Mir Kamil Kaşgarlı
Tarih, yüzünüze tutulmuş buzdan bir aynadır. Şiirlerin ve methiyelerin sıcak buğusunu bir nefeste siler ve size çıplak, donuk ve en önemlisi gerçek suretinizi gösterir.
Tarih, o aynayı bugün, 11 Ağustos 2025’te, bir kırılma anıyla önümüze koydu: Yeni Zelanda ve Avustralya’nın, Filistin devletini tanıma kararı. Bu, sadece bir haber bülteni detayı değil, bir kader anının fotoğrafıdır. Bu fotoğrafın en can alıcı noktası ise, Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı Winston Peters’ın ağzından dökülen ve uluslararası sistemin acımasız kodunu deşifre eden o hançer gibi cümledir:
“Avustralya, Filistin halkının kendi devletine sahip olma hakkını tanıyacaktır, zira bu, kalıcı barış için tek yoldur… Ancak hükümetimiz, Filistin topraklarının hayat kabiliyetine sahip ve meşru bir devlete dönüşmesi için yeterli ilerlemelerin olup olmadığını değerlendirmelidir.”
Bu cümlenin asıl ve acımasız tercümesi şudur: Dünya, bir milletin özgürlük hakkını onun gözyaşlarına veya arzularına göre değil, kendi tarihsel tecrübelerine göre değerlendirir. Bizi izleyen her devlet, her hükümet, bize bakarken aslında kendi kuruluş mücadelesinin aynasını tutar. Kendi Kurtuluş Savaşlarına, kendi Kurucu Babalarına, kendi anayasalarını yazdıkları kanlı ve sancılı süreçlere bakarlar. Ve şu soruyu sorarlar: “Bu insanlar, bizim yürüdüğümüz o stratejik, akıl dolu ve meşakkatli yolda mı yürüyorlar? Yoksa sadece dağınık, duygusal bir kalabalık mı?”
Ve işte bu noktada, o buzdan ayna Filistin’den bize döner. O soru, aslında bizim 70 yıllık karnemizdir.
Tarihin En Trajik Paradoksu: Generali Olmayan Ordu
Bu vicdani otopsiye başlamadan önce, tarihin en büyük ve en acı paradoksuyla yüzleşmeliyiz. Belki de sorunumuz bir zayıflık değil, kendi gücümüzden habersiz olma, onu kullanamama ihanetidir.
Çünkü gerçek şudur: Bugün sürgündeki Uygur milleti, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir güce sahiptir. Allah bize bir Çin’i değil, on Çin gibi devleti dize getirecek bir potansiyel bahşetmiştir. Elimizde bağımsızlığımızı tekrar kazanabilecek yetenekler, her alanda yetişmiş uzmanlar, canını vermeye hazır, savaş tecrübesi yüksek on binlerce mücahit yiğidimiz, siyaset, ekonomi ve sanayi alanında kanatlanıp uçmaya hazır ancak nasıl havalanacağını bilemeyen dinamiklerimiz mevcuttur. Ama bu dinamikleri sistematik bir şekilde organize edebilecek, onları birbiriyle uyumlu hareket eden büyük bir güce dönüştürebilecek bir hakiki organizatörümüz, gerçek bir liderimiz eksik kaldı.
Bu acı gerçekle yüzleşmeden, gelecekten bahsetmek imkansızdır. Bu yüzden şimdi, vicdani bir neşterle kendi gerçeğimizi, içimizdeki iki cepheli savaşı masaya yatırma vaktidir.
Bu otopsiye, bir hakkı teslim ederek başlamak elzemdir. Diasporadaki Doğu Türkistan davası, merhum Muhammed Emin Buğra ve İsa Yusuf Alptekin gibi devlerin omuzlarında taşınarak bugüne getirilmiş kutlu, ama bir o kadar da ağır bir emanettir. Onlar, birer stratejik meşale gibi, kendi çağlarının zifiri karanlığında ve imkansızlıkları içinde, akıl ve cesaretle bir yol açtılar.
Ancak bu mücadele mirası, hürmetle müzeye kaldırmak için değil, zamanın ruhuyla geliştirip büyütmek içindi. İşte bu noktada, o bıçak gibi keskin sorular, içimizdeki iki cepheli savaşın her bir tarafına ayrı ayrı saplanmalıdır.
BİRİNCİ CEPHE: HALKIN STRATEJİK İNTİHARI
Önce aynayı kendimize, davanın sahibi olduğunu iddia eden Uygur halkının her bir ferdine çevirelim:
Milli Kurtuluş mu, Yoksa Abone Olunan Bir Hizmet mi?
Milli mücadeleyi, her bir ferdin hissedarı olduğu bir ‘varlık-yokluk meselesi’ olarak mı gördük? Yoksa tüm sorumluluğu üç-beş kişiye yükleyip, sonra da onları tribünden izleyerek ‘Neden gol atamıyorlar?’ diye eleştiren, bedava biletli seyirciler olmayı mı tercih ettik? Bu davanın sahibi miyiz, yoksa sadece bir seyircisi mi?
Stratejik Karargâh mı, Sosyal Yardım Ofisi mi?
Teşkilatlarımızı, Çin’e karşı strateji üreten bir ‘Genelkurmay Karargâhı’ olarak mı tasavvur ettik? Yoksa onları, kaldığımız ülkede ikamet izni, vatandaşlık başvurusu ve sosyal yardım takibi yapan, giderek artan bireysel sorunlarımızın yükü altında ezilen bir ‘Sosyal Yardım Masası’na mı dönüştürdük? Davanın öncü gücünü, kendi gündelik dertlerimizle meşgul ederek, başını kaldırıp asıl düşmana bakmasına engel olan biz değil miyiz?
Biz hicrete teşkilatlımıza yük olmak için mi çıktık? yoksa yük almak için mi çıkmıştık?
Düşmanın En Ucuz Ajanı: Kendi Öfkemiz mi?
Çin’in milyonlarca dolarlık propaganda makinesinin başaramadığı iç cepheyi çökertme işini, Çin’den çıkaramadığımız hıncı en yakınımızdaki teşkilatlardan çıkararak, en ufak bir hatayı ‘ihanet’ ‘vay bizi yerel partilere sattı’ diye yaftalayıp iftira ve ithamlarla onları birer ‘kurbanlık keçiye’ dönüştürerek, gönüllü olarak üstlenmedik mi? Kendi kalemizi taşlayarak vicdanımızı rahatlatmanın, düşman için en ucuz ve en etkili zafer olduğunu ne zaman fark edeceğiz?
İKİNCİ CEPHE: LİDERLİĞİN STRATEJİK KOMASI
Şimdi de neşteri, bu halkın umut bağladığı ama 70 yıldır aynı kalıplar içinde sıkışıp kalmış liderlik ve teşkilat yapısına vuralım:
Ekonomik Güç mü, Lobicilik Sefaleti mi?
Kendimize şu soruyu, tüm acımasızlığıyla soralım: Bizim “lobi” kelimesinden anladığımız nedir? 70 yıllık mücadelemizin ulaştığı vizyon, belediyeden bir protesto için iki otobüs koparmak, bayrak bastırmak veya bir toplantı salonunu bedavaya getirmek midir?
Peki, gerçek lobicilik bu mudur? Yoksa gerçek lobicilik; diasporadaki her bir iş adamımızı birer “ekonomik ataşe” gibi görerek, onların kendi bulundukları ülkelerde daha çok kazanmasının, daha çok büyümesinin ve o ülkenin ekonomisinde vazgeçilmez birer aktör haline gelmesinin yolunu açacak stratejik akılla hareket etmek midir?
İş adamlarımızı, o ülkenin ticaret odalarında, sanayi devleriyle aynı masada oturtacak, onlara yeni pazarlar ve yatırım fırsatları sunacak, devletin en üst kademelerine “Bunlar bize sadece yük değil, aynı zamanda vergi, istihdam ve zenginlik getiren değerli ortaklardır” dedirtecek projeleri neden hayal bile edemedik?
Neden enerjimizi, bir sonraki seçimde hangi siyasetçinin bizimle fotoğraf çektireceğini hesaplamaya harcarken, o siyasetçinin seçim bölgesindeki en büyük işverenin bir Uygur Türkü olması için strateji geliştirmedik?
Bu, bir tercih midir, yoksa bir milletin ekonomik gücünü, kendi dar ve sığ vizyonuyla nasıl heba ettiğinin, nasıl bir “lobicilik sefaleti” içinde debelendiğinin en trajik itirafı mıdır?
Entelektüel Zehir mi, Stratejik Katkı mı?
Yüksek unvanlı, egosuna düşkün akademiklerimiz, beyinleriyle bu davaya bir ‘düşünce kuruluşu’ gücü mü kattılar? Yoksa teşkilatlarda aradıkları yüzü bulamayınca, kişisel intikamlarını almak için, akademik unvanlarını birer zehirli hançer gibi kullanarak halkın kendi teşkilatlarına olan inancını mı yok ettiler? Bu “her şeyi bilen” aydınlar, cehaletle suçladıkları yöneticilerden daha büyük bir yıkıma sebep olarak, Çin’in maaşsız, en etkili propagandistleri haline geldiklerinin farkındalar mı?
Liyakat Soykırımı mı, Nüfuz Saltanatı mı?
70 yıllık sürgün tarihimizin en büyük trajedisi nedir? Teşkilatlarımızın başına, davayı en ileri taşıyacak, en parlak fikirli, en yetenekli insanları mı seçtik? Yoksa şahsi sadakatine, toplumdaki nüfuzuna veya maddi gücüne bakarak, en yeteneksiz olanı mı bir ‘hatır’ sistemiyle o koltuklara oturttuk? Bu, davayı Çin’in değil, kendi ellerimizle, bir **’liyakat soykırımı’**na uğratmamız değil de nedir?
Stratejik Lobicilik mi, Acemi Ricacılık mı?
Kardeş ülke Türkiye’de, hangi bakanlığın hangi fonu, hangi belediyenin hangi sosyal projesi, hangi kurumun hangi imkanı olduğunu gösteren bir kurumsal yol haritası çıkardık mı? Yoksa biz, onların kurumsal diline uygun, profesyonel projeler sunmak yerine, sadece kapılarını çalıp acılarımızı anlatarak, sonunda “İnşallah yardımcı olacağız” sözünü bir başarı sayan, iyi niyetli ama acemi birer ricacı gibi mi davrandık?
Kurucu Babalar mı, Kabile Şefleri mi?
Liderliğimiz, geleceğin devletinin anayasasını, kurumlarını, ekonomik planlarını tasarlayan ‘Kurucu Babalar’ gibi mi hareket ediyor? Yoksa sadece etrafına müritler toplayan, kişisel karizmalarıyla var olan, kendilerinden sonra bir sistem bırakmayan ‘kabile şefleri’ gibi mi?
Stratejik İstihbarat mı, Mahalle Körlüğü mü?
Düşman, vatanın her sokağını dijital bir haritayla izlerken, bizler önce vatanın, sonra da diasporadaki kendi insanımızın sosyolojik bir haritasını çıkarmayı başarabildik mi? Hangi şehirde kaç Uygur yaşar, hangi yeteneklere sahiptir bilmeden bir milli seferberlik nasıl ilan edilir? Bu, gözleri bağlı bir generalin ordusunu savaşa sürmesinden farksız değil midir?
Jeopolitik Değer mi, İnsani Yük mü?
Dünya vitrinine kendimizi, Çin’in başına bela olmuş bir ‘sorun’ olarak mı, yoksa Orta Asya’da barış, istikrar ve yeni bir ekonomik koridor vaat eden stratejik bir ‘çözüm’ olarak mı sunuyoruz? Dünya güçlerine, bize yardım etmenin sadece bir ‘hayır işi’ değil, aynı zamanda kendileri için ‘kârlı bir jeopolitik yatırım’ olduğunu anlatan bir proje sunabildik mi?
70 Yıllık Tiyatro mu, 21. Yüzyıl Savaşı mı?
Protesto, toplantı, bildiri… Biz bu “aktivizmi” 70 yıl tekrarlayarak, bir milli kurtuluş hareketini adeta bir “etkinlik şirketinin” işine dönüştürmedik mi? Bu eylemler, büyük ve uzun vadeli bir stratejinin taktik adımları mı, yoksa sadece teşkilatlarımızın mevcut yapısını korumak ve kendi varlığımızı ispatlamak için yapılan, sonuçsuz, vatanla alakasız bir çırpınış mı?
İletişimsizlik mi, Kolaycılık mı?
21. yüzyıl gibi bilgi teknolojisinin zirve yaptığı bir çağda, vatan ile olan yeraltı ve yerüstü iletişim yollarını genişletebildik mi? Karşılıklı etkileşim ve bilgi alışverişi koridorları açabildik mi, yoksa kendi yetersizliğimizi Çin’in zulmüne yükleyerek sorumluluktan kaçmanın kolay yolunu mu bulduk?
Stratejik Deha mı, Coğrafi İntihar mı?
Mücadeleyi, vatana bir nefes mesafedeki komşu coğrafyalarda, kültürel ve stratejik derinliğimizin olduğu topraklarda köklendirmek yerine, Pekin’in bizi görmekten en çok memnuniyet duyacağı, binlerce kilometre ötedeki konforlu ama etkisiz başkentlere taşıyarak, vatanla aramıza coğrafi ve stratejik bir uçurum mu kazdık? Kendimizi Pekin için “uzak ve yönetilebilir bir gürültü” haline mi getirdik?
Akıl Tutulması mı, Fikri Kısırlık mı?
Devletlerarası ilişkilerin acımasız mantığını, küresel güç dengelerini, Çin’in zayıf ve güçlü yanlarını analiz eden strateji merkezleri, beyin takımları kurabildik mi? Yoksa tüm entelektüel enerjimizi, kimin “daha akıllı ve üstün” olduğunu ispatlamaya adanmış kısır ve ego polemikleriyle mi tükettik?
Milli Birlik mi, Gönüllü Esaret mi?
Milli bir strateji etrafında kenetlenmek yerine, “lider” dediğimiz şahısların etrafında küçük beylikler kurarak, enerjimizi ortak düşmana değil, birbirimize karşı mı harcadık? Farkında olmadan, Pekin’in tek bir kuruş harcamadan, tek bir ajan göndermeden elde ettiği en verimli “böl ve yönet” operasyonunun gönüllü neferleri haline mi geldik?
Amacımız Tarihe ‘Kahramanca Direndiler’ Diye Geçmek mi, Yoksa Tarihi Bizzat ‘Kazananlar’ Olarak Yazmak mı?
Kurtuluşun Yeni Kuralları
Gerçek savaş, sadece dışarıdaki işgalciyle değil, aynı zamanda kendi içimizdeki aklı boğan cehalet, birliği bozan bencillik ve gelişmeyi engelleyen şekilcilikle olur. Ağıt dönemi bitmiştir. Artık “haklı olmak” yetmez, hak ettiğini alacak güce ve akla sahip olmak gerekir. Bu manifestonun kuralları pazarlığa kapalıdır ve her iki cephe için de geçerlidir:
Liyakat, Saltanatı Yenecektir: Liderlik, bir nüfuz ve sadakat ödülü değil, bir yetenek ve strateji görevidir. En liyakatli olan, en güçlü olan değil; en akıllı olan yönetecektir.
Sorumluluk, Seyirciyi Yenecektir: Her fert, davanın bir yükü veya seyircisi değil, bir hissedarı ve neferidir. Güç vermek, eleştirmekten daha büyük bir erdemdir.
Devlet Aklı, Dernek Zihniyetini Yenecektir: Kişisel sorunlar değil, milli menfaatler ve küresel strateji her kararın merkezinde olacaktır.
Veri, Feryadı Yenecektir: Önce kendi insan kaynağımızın ve vatanın sosyolojik haritasını çıkararak, gücümüzü ve düşmanın zayıf noktalarını bilmemiz kaçınılmaz gerekliliktir. Çünkü çağımızda veri ve bilgi, en büyük silahtır.
Proje, Polemiği Yenecektir: Birbiriyle didişmeye harcanan enerji, düşmanın zayıf noktalarına yönelik somut, sonuç odaklı uluslararası projelere yönlendirilmelidir.
Son Perde: Uçurumun Kenarındaki Son Soru
Tarihin o buzdan aynasına son bir kez bakalım. Eğer bu acı sorulara gözyaşıyla değil, akılla, eylemle ve sonuçla cevap verilemezse, o ayna bize artık sadece bir mağlubiyeti değil, topyekûn bir yok oluşu gösterecektir.
Çünkü asıl ürpertici soru şudur: Biz diasporada 70 yıllık köhnemiş alışkanlıklarımızı, liderlik kavgalarımızı ve gurur mücadelelerimizi verirken, vatanın içinde bir halkın dili, kültürü, kimliği ve hafızası sistematik olarak siliniyor.
Ve belki de en korkunç senaryo, yarın uğruna savaşılacak bir Doğu Türkistan toprağının kalmaması değil; o savaşı kazanacak silahlara sahipken, o silahları nasıl kullanacağını bilmediği için yok olan, uğruna ölünecek bir kimliğe sahip son neslin biz olmasıdır.
Bu soru, tüm sahte putları, kişisel hırsları ve küçük grup hesaplarını bir an önce yıkıp, ortak bir akılda birleşmek için tarihin son uyarısıdır.
Cevap, tarihin hükmüdür. Ve tarih, sadece kazananları yazar.