Yazar: Sema Yarar
18.10.2025
Dünyanın dört bir yanında insan haklarından, özgürlüklerden, eşitlikten bahsediliyor. Uluslararası kuruluşlar, sözde adaletin ve insanlığın savunuculuğunu yapıyor. Ancak ne acıdır ki bu sözlerin yankısı Doğu Türkistan sınırlarına ulaşmıyor. Çünkü orada insanlık, sessizliğin gölgesinde sistematik bir şekilde yok ediliyor.
Bundan birkaç yıl önce Nuzugum Derneği Başkanı Münevver Uygur hanımı ziyaret etmiştik. Komünist Çin yönetiminin Müslüman halka uyguladığı zulmü birinci ağızdan dinleme fırsatımız olmuştu. Anlattıkları insanın kanını donduran türdendi. Bu zulüm biter diye umut etmiştik ama ne yazık ki hâlâ devam ediyor.
Doğu Türkistan...
İslam kültürünün köklü bir parçası olan bu topraklar, Çin’in demir yumruğu altında eziliyor. Uygurlar, Kazaklar ve diğer Müslüman halklar; kimliklerinden, inançlarından ve kültürlerinden koparılmak isteniyor. Komünist Çin yönetimi 2014 yılından bu yana bölgedeki Müslümanlara karşı insanlık tarihinin en karanlık ve en acımasız sayfalarından birini yazıyor.
“Mesleki eğitim merkezleri” adı altında faaliyet gösteren toplama kamplarında bir milyondan fazla Uygur tutsak. Yargı süreci olmaksızın, savunma hakkı tanınmaksızın, yalnızca Müslüman oldukları için… Bu, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana bir etnik-dini topluluğa karşı yapılan en büyük kitlesel tutuklamadır.
Kamplarda işkence, zorla asimilasyon, beyin yıkama seansları ve cinsel şiddet iddiaları uluslararası raporlarda defalarca yer aldı. Kadınlara zorla doğum kontrolü uygulanıyor, binlercesi kısırlaştırılıyor. Zorla kürtaj vakaları artık sıradan bir haber haline gelmiş durumda. Doğan çocuklar ise ebeveynlerinden koparılarak “Çinli kimliği” ile yoğrulmak üzere yatılı okullara gönderiliyor.
İnançlarını yaşamak isteyenler için baskı tarifsiz. Oruç tutmak yasak, namaz kılmak tehlikeli, sakal bırakmak bile suç sayılıyor. Camiler yıkılıyor, mezar taşları tahrip ediliyor. İnançlarını korumaya çalışan her birey, “radikal” ya da “bölücü” etiketiyle cezalandırılıyor. Bu, yalnızca sözde bir güvenlik politikası değil; açıkça yürütülen bir kültürel soykırımdır.
Çin’de bunlar yaşanırken dünya ne yazık ki hiçbir şey yapmıyor. Uluslararası toplumun büyük bir kısmı bu insanlık suçuna sessiz. Neden? Çünkü mesele, vicdan değil menfaat meselesi. Çin’in ekonomik gücü, küresel ticaretin kalbinde attığı için birçok ülke bu zulmü görmezden gelmeyi tercih ediyor. İnsan hakları söylemleri, ticari anlaşmaların ve ekonomik çıkarların altında eziliyor. Bu sessizlik, Çin’in zulmünü meşrulaştırıyor; daha fazla acının, daha fazla gözyaşının önünü açıyor.
Türkiye açısından ise durum daha da hassas. Çünkü Doğu Türkistan bizim tarihimizin, inancımızın, kültürel mirasımızın ayrılmaz bir parçası. Orada zulüm görenler, ezilenler bizim geçmişimizin birer parçası. Ancak biz de çoğu zaman diplomatik denge adına sessiz kalıyoruz. Oysa susmak, zulmün yanında yer almaktır. Uygur’un çığlığı, Müslümanların vicdanında yankı bulmadıkça bu zulüm durmayacaktır.
Bir toplumun kimliğini, dilini, dinini, kültürünü hedef almak; yalnızca bir halkı değil, insanlığın bütününü yok etmektir. Çünkü insanlık, farklılıkların bir arada yaşamasıyla anlam kazanır. Çin, Uygurları “tek tipleştirme” projesinin kurbanı haline getirirken aslında insanlığın en temel değerlerini katlediyor.
Zorla asimilasyon, sadece kültürel değil, ruhsal bir soykırımdır.
Bugün Doğu Türkistan’da çocuklar anne babasız, anneler evlatsız, babalar zincirler altında. Diller susturuluyor, dualar yasaklanıyor, kimlikler siliniyor. Ve ne yazık ki kimseler onları duymuyor, seslerini duyuramıyorlar ya da onları duymak istemiyorlar.
Artık görün bu zulmü. Doğu Türkistan’da olanlar, yalnızca bir halkın değil, insanlığın da sınavıdır. Orada yaşanan zulme sessiz kalan herkes, bu suçun bir parçasıdır.
Ticari ilişkiler, enerji anlaşmaları, stratejik ortaklıklar… Hiçbiri bir çocuğun gözyaşından, bir annenin feryadından daha değerli değildir.
Dünya sustukça, Çin daha da pervasızlaşıyor. Ama biz susmamalıyız. Çünkü tarih, sessiz kalanları da yargılar.
Kaynak: Doğru haber