Kayseri Gazetesi, 24-10-2025
Dünya, bazen bir dramı gözlerinin önünde izler de görmezden gelir. Çünkü çıkar, insanlık sesinden daha yüksek tınlar. Bugün Doğu Türkistan’da yaşanan tam olarak budur. Çin’in batısında, haritada küçücük görünen ama vicdanlarda dev bir yara bırakan bu topraklarda, bir halk kimliğini, inancını, dilini, hatta nefes alma hakkını kaybediyor. Fakat dünya, bu trajediyi ekranlarının ışığında, ekonomik ortaklıklarının gölgesinde seyrediyor. Bu sessizlik, belki de çağımızın en büyük suç ortaklığıdır.
Doğu Türkistan, Çin’in resmi adıyla “Sincan Uygur Özerk Bölgesi”. Kağıt üzerinde “özerk”, ama gerçekte tam anlamıyla bir dijital cezaevi. Bölgenin nüfusunun yaklaşık 12 milyonu Uygur Türkleri'nden oluşuyor. Binlerce yıllık bir tarih, İpek Yolu’nun mirası, zengin kültür, köklü dinî gelenekler…
Ama Çin yönetimi için bunların hiçbir önemi yok. Onlara göre bu topraklar, sadece enerji kaynaklarıyla, kömür ve doğalgaz yataklarıyla, lityum rezervleriyle değerlidir. Uygurların kimliği değil, toprağın altı kıymetlidir.
1949’da Çin Halk Cumhuriyeti bölgeyi tamamen ele geçirdi. O günden beri Uygurlar sürekli baskı, gözetim ve asimilasyon politikaları altında yaşamını sürdürdü. Fakat kırılma noktası 2014 yılı oldu. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, “Terörle Mücadele” bahanesiyle “Sert Darbe Kampanyası”nı başlattı. Bu kampanya, terörle değil, kimlikle savaştı. Sadece ibadet etmek, sakal bırakmak, başörtüsü takmak, Kur’an okumak, hatta çocuklara “geleneksel” isimler vermek bile suç sayılmaya başlandı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 2022 raporuna göre Çin yönetimi, “radikalleşme” bahanesiyle en az 1 milyon Uygur Türkü’nü “yeniden eğitim kampları” adı altında kapattı. Uydu görüntüleriyle bu kampların varlığı bağımsız kurumlar tarafından da doğrulandı.
Çin bu kamplara “mesleki eğitim merkezi” diyor. Ancak içeriden gelen tanıklıklar o kadar ürkütücü ki, bu tanımın sadece bir maskeden ibaret olduğu anlaşılıyor. The Guardian, BBC ve Human Rights Watch gibi kuruluşlar, bu kamplarda zorla çalıştırma, işkence, cinsel istismar, beyin yıkama ve dini kimliğin sistematik şekilde yok edilmesi uygulandığını belgeledi. Kadınlara zorla doğum kontrol iğneleri yapıldığı, bazılarının kısırlaştırıldığı, çocukların ailelerinden koparılarak Çinli ailelere verildiği kanıtlarla ortaya kondu. ABD Dışişleri Bakanlığı 2021’de bu uygulamaları açıkça “soykırım” olarak tanımladı. Kanada, İngiltere, Hollanda ve Litvanya parlamentoları da aynı tanımı kullandı. Harvard Üniversitesi’nin 2023 tarihli araştırması, Doğu Türkistan’daki gözetim sistemini “dünyanın en gelişmiş dijital baskı mekanizması” olarak tanımladı.
Sokaklarda her adım kameralarla izleniyor. Yüz tanıma sistemleriyle, kim nereye gitti, kimle konuştu, hangi saatte dua etti — hepsi kayıt altında. İnsanların telefonlarına casus yazılımlar yükleniyor, dijital veriler “tehdit analizi” için toplanıyor. Çin devleti yapay zekâyı özgürlüğü değil, itaati öğretmek için kullanıyor. Modern teknoloji, bu coğrafyada insanı özgürleştiren değil, esir eden bir araca dönüşmüş durumda.
Ve bütün bu vahşet yaşanırken dünya ne yapıyor? Sessiz. Çünkü Çin sadece bir ülke değil, aynı zamanda dünyanın en büyük üretim üssü. Akıllı telefonlar, tekstil ürünleri, otomobil parçaları hepsi Çin’in
“ekonomik mucizesi”nin bir parçası. Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına göre, Uygurların zorla çalıştırıldığı fabrikalarda üretilen mallar ise yaklaşık 80 küresel markanın tedarik zincirine dahil. Yani bugün dünyada milyonlarca insan, farkında bile olmadan bir halkın acısına ortak oluyor. Her alışverişte, her telefon değişiminde, her “Made in China” etiketinde bir Uygur Türk’ünün izi var.
Ama bu sadece ekonomik bir mesele değil. Bu, insanlığın çürümesidir. Çünkü insanlık artık adaleti sadece kendine yakın olanlar için istiyor. Srebrenitsa’da, Ruanda’da, Halepçe’de sustuğumuz gibi şimdi de Doğu Türkistan’da susuyoruz. Dünya 1995’te Bosna’da yaşanan katliamı “bölgesel çatışma” olarak tanımlamıştı. Şimdi aynı yanlışı Çin söz konusu olunca tekrarlıyor. Fark şu: O zaman bombalar vardı, şimdi algoritmalar var. O zaman toplama kampları tel örgülerle çevriliydi, şimdi dijital ağlarla.
Çin, Uygurları fiziksel olarak yok ettiği gibi, kimliklerini silerek de yavaş yavaş bitiriyor. Asimilasyonun adı “eğitim”, gözetimin adı “güvenlik”, soykırımın adı ise “kalkınma” olmuş durumda. Ve biz buna “uluslararası ilişkiler” diyoruz. Bu sadece siyasi bir utanç değil, ahlaki ve insani de bir çöküştür.
Tarih bir gün bu sessizliği yargılayacak. Tıpkı Nazi kamplarının görüntüleri ortaya çıktığında dünyanın “biz bilmiyorduk” diyememesi gibi, Doğu Türkistan’da yaşananlar da bir gün bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkacak. O zaman bugünkü sessizlik, bugünkü diplomatik denge oyunları, bugünkü “ekonomik çıkar” hesapları tek tek önümüze konacak. Ve insanlık yine geç kalmış olacak.
Belki bir gün, bir Uygur çocuk kamptan kurtulduğunda, elinde dedesinin yırtılmış, yıpratılmış Kur’an’ıyla sadece bir cümle kuracak: “Biz vardık.” O cümle, tüm rakamlardan, tüm politik nutuklardan daha ağır olacak. Çünkü tarih boyunca hiçbir zulüm sonsuza kadar saklanamadı. Fakat her zulüm, sessizlikle çığ oldu büyüdü.
Doğu Türkistan’da şu anda büyüyen şey tam olarak da bu: Sessizlik. Bizim sessizliğimiz. Çin’in gözetim kameraları kadar soğuk, o kampların duvarları kadar kalın bir sessizlik. Ama unutmayalım, insanlık hiçbir zaman zulme sadece yapanla değil, seyredenle de hesap sordu. Ve Doğu Türkistan, bu çağın aynasıdır. O aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, Çin değil — biziz. Bizim suskunluğumuz, bizim korkaklığımız, bizim ikiyüzlülüğümüz.
Bir halk sessizce yok olurken, dünyanın en yüksek sesi ticaretin sesi olmamalıydı. Ama oldu.
Şimdi Doğu Türkistan yanıyor; külü rüzgârla dünyanın dört bir yanına savruluyor. Ve o kül, bir gün hepimizin vicdanına düşecek. Çünkü zulüm, sadece orada yaşanmaz, sessiz kalan her yerde yaşar.
Unutmayın ki;
Vicdan bir hesap yeridir, sustuğunda ise insanlık kaybeder. Orada bir millet yangının ortasında kül oluyor.
Sende vicdan gözünü aç ve
DOĞU TÜRKİSTAN'ın duyulmayan çığlıklarına ses ol , nefes ol, hayat ol!