Ali Emre, Taha Kılınç’ın “Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi” adlı eserini ve Çin’in baskı politikalarını değerlendirdi.
Ali Emre
01 Kasım 2025
Kaynak: Haksoz Haber
Yazın sonlarına doğru bir yurt dışı gezisinde kitabının macera ve muhtevasından söz ettiğinde ben de heyecanlanmış ve yayımlanacağı günü iple çekmeye başlamıştım. Daha matbaadan çıkmadan Çinli diplomatlar ve onların yerli hempası tarafından izlendiği, önüne çeşitli bariyerler konduğu söylenen eser, geçtiğimiz günlerde okurla buluştu ve büyük bir ilgi gördü. Çeşitli nedenlerle üstü örtülen, çarpıtma ve spekülasyonlarla hayatın taşrasına itilen önemli bir konu, değerli seyyah ve müellif Taha Kılınç’ın gayretiyle tekrar gündeme geldi ve farklı kişi ve çevreler tarafından konuşulmaya, tartışılmaya, ilgi ve merak alanını genişletmeye başladı. Bu kıymetli ve yerinde şahitlik, Yasin suresinde şehrin bir ucundan çıkıp gelen bir adam tablosundaki tesir gibi hem tecrite maruz kalmış önemli bir coğrafyayı hem de onunla irtibatlı insanları uyardı, silkeledi, irkiltti. Kayıp coğrafyanın izini süren münadi, cesaret ve hamiyetle seslendi ve Allah da o samimi avazı gök kubbe altında peş peşe yankılandırarak bereketlendirdi.
Daha önce de Müslüman coğrafyanın farklı şubelerine büyük bir hüner ve ciddi bir emekle eğilen Kılınç, yeni kitabının ilk sayfalarında, yolculuk fikrinin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Tevafuk ve sürprizler de içeren karar ve hazırlık aşamasında çeşitli okumalar yapıyor, dijital haritaları gözden geçiriyor, görmek istediği belde ve mekanları işaretliyor, bağlantılar kuruyor ve bir yol arkadaşı da belirliyor. Saha araştırmasıyla bütünleşen kitabın yazılış gerekçesiyle ilgili üç noktayı özellikle vurguluyor bu arada: Müslüman Uygurların karşı karşıya bulunduğu dramı ve gerçekliği, mümkün olduğunca anlaşılır biçimde aktarmak, bu hedeflerin ilki. Doğu Türkistan meselesi, hem sahadan doğru haber almanın zorlukları hem de Çin’in uyguladığı çok boyutlu dezenformasyon sebebiyle hak ettiği ilgiyi göremiyor zira. İkinci hedef, geleceğe, bizden sonraki nesillere, bugünlere dair bir kanıt ve kayıt bırakmak. Üçüncüsü de topraklarının altı ve üstü sayısız güzide ile dolu bu kadim havzanın coğrafi, tarihi ve kültürel bakımdan daha iyi tanınmasına ve anlaşılmasına katkıda bulunmak.

Gözden Kaçmasın
Uçakla Alma Ata’ya gelen, buradaki görüşme ve hazırlıkların ardından kara yoluyla sınıra ulaşan Kılınç’ın pasaport ve valiz kontrolünü anlattığı sayfalar, okuyucuyu da içine çeken esaslı bir merak ve gerilime sahne oluyor. Zaman bulduğunda okumak için yanında getirdiği İbn Haldun kitabıyla ilgili polis endişesi ve sorgusu, insanı hem güldürüyor hem de düşündürüyor.
Türkiye’den iki buçuk kat büyük Doğu Türkistan’a adım attıktan sonra; bölge hakkında coğrafi ve tarihi bilgiler aktarıyor yazar. Bilhassa son üç asırdaki gelişmeleri, kurulan kısa ömürlü cumhuriyetleri, Ruslara ve Çinlilere karşı verilen mücadeleyi, bu çabaları örgütleyen önderleri özlü bir şekilde sunuyor okuyucuya. Osmanlıya bağlı bir emirlik olarak takdim ettiği “Kaşgarya” bölümü de mutlaka akılda tutulmalı.
Yaşamak mı zor? Çince mi?
Seyahatin ilk durağı, kameralar ve yol boyunca sürekli patlayan flaşlar altında ulaştıkları, 400 bin nüfuslu Gulca. Kahramanlar Mezarlığı ile eli kolu bağlanan Beytullah Camii’ni anlatan satırları boğazımız düğümlenerek, gözlerimiz yaşararak okuyoruz. Kılınç, yeri geldikçe tarihin tekerini döndürmeyi de ihmal etmiyor. Bu alanla ilgili malumatı, ziyaret ettiği mahal ya da mekanla korelasyon içinde anlatıya serpiştiriyor, süreci ve aktörleri ilgili şehir bağlamında hareketlendiriyor ki bu yaklaşım kitabın değerini bir kat daha artırıyor. İlk bölümde, Çin’in çeşitli yollarla devşirip kullandığı Uygurlardan bahsedilen satırlarda üzüntümüz ve öfkemiz katlanıyor. Dikkat çekici bir nokta da Kılınç’ın; polis ve kamera takibi olduğu için hem kendi başını he de Uygurların başını derde sokmamak amacıyla yerel halkla doğrudan ve uzun diyaloglara girmemeye çalışması. Filistin topraklarını işgal eden Yahudi yerleşimcilerle büyük benzerlikler taşıyan “Bingtuan” bahsi, ayrı bir ehemmiyet taşıyor. İsrail’in kuruluş sürecindeki “Kibbuttz”larla neredeyse aynı işleve sahip silahlı askerî birlikler, kontrol memurları ve onların sırtını sıvazladığı çete mensupları bunlar. Tümüyle Müslümanlardan oluşan mahallelerin iç kısımlarına yerleştirilen; ev, dükkan ve hostel sahibi işgalcilerle, şımarık ve kibirli kolonyalistlerle ilgili cümleleri de esef ve nefretle okuyoruz. 1949’da bölgedeki nüfusları yüzde altıyı zor bulan bir azınlık konumundaki bu istilacıların, şimdilerde çoğunluğu ele geçirmek üzere olduklarını öğreniyoruz.
Taha Kılınç, tam da bu noktada yine çok can alıcı bir meseleye eğiliyor; Çin’in, Uygurları dini ve milli açıdan asimile etmede kullandığı “Aile Olmak” programına dair notlarını aktarıyor bize. İnsanın aklı havsalası zor alsa da 2016’da yürürlüğe giren bu iğrenç ve alçakça projeyle resmen Müslüman ailelerin evlerine Çinlileri yerleştiriyor baskıcı rejim. Kamu görevlisi veya Komünist Parti yetkilisi olan, evin küçük çocuklarına “akraba” şeklinde tanıtılan bu davetsiz misafirler, tüm vakitlerini Uygurlarla geçiriyorlar. Sıkı gözlem ve sorgulamalar eşliğinde, Uygurların Çin devletini ve milletini sevip sevmediklerine, sofralarında içki ve domuz eti bulundurup bulundurmadıklarına bakıyorlar; temizlik ve tuvalet alışkanlıklarını, yemek dualarını, ibadet eğilimlerini, dini kitap bulundurma yasaklarıyla ilgili tutumlarını, tesettürden ve sakaldan uzaklaşmalarını takip ederek yönetime rapor hazırlıyorlar. Rapora bağlı olarak Uygurlar “güvenilir”, “az güvenilir ve “güvenilmez” şeklinde üç sınıfa ayrılıyor. Riskli ve radikal diye kategorize ettikleri kişi ve aileleri, büyük “eğitim kampları”na alarak endoktrinasyona tabi tutuyorlar. Süre uzayınca, özellikle çocukların ve gençlerin aileleri, dilleri, inançları ve kültürleriyle bağları kopuyor, bu koparılma ve yabancılaşma yüzünden nesiller arasındaki iletişim ve bellek aktarımı da imkansız hale geliyor. Çinli “akraba”yı reddetmenin cezası, hapishanede ölüm. 2017’de, 86 yaşındayken tutuklanan ve zindanda can veren Abdülehad Mahsum ile 2018’de katledilen alim ve mütercim Muhammed Salih Hacım; itiraz veya direnç karşısında reva görülen muamelenin kurbanlarından sadece ikisi. İster istemez, Osman Konuk’un ara başlığa çektiğimiz mısraları geliyor bu noktada aklımıza; “Yaşamak mı zor Çince mi”.

Zorba Çin’in “cami siyaseti”nden de söz ediyor Taha Kılınç. Bu konuda “doğrudan yıkım”, “ihmal ve yok oluşa terk”, “Sinizizasyon ve mutlak kontrol” başlıklı, biri diğerinden berbat üç seçenek olduğunu vurguluyor. Daha önceki görüntülerini kitaba ekleyerek yıkılan, budanan, düğün salonu, restorasyon ya da müzeye dönüştürülen, zincire vurulan yahut izolasyona maruz kalan camileri yorumluyor. İçler acısı bir durum gerçekten; sadece 2017’den bu yana yıkılan cami sayısının sekiz bini bulduğunu öğreniyoruz. Ayakta kalanlarda da ibadet etmek çok zor. Diğer taraftan hepsinin avlusunda, ucunda kızıl bayrağın yer aldığı bir direk var.
Kayıp hafıza, esir ve dilsiz mekanlar
Kılınç’ın metni, okuyucuya yalnızca bilgi ve gözlem aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda söz konusu alanlardaki hafızanın kaybolmasına karşı sorumluluk üstlenerek ahlaki ve göz açıcı bir duruş sergiliyor. Çok sayıda fotoğraf ve harita da içeren eser, sahadan edinilen tanıklıkları, tarihî arka planı, dini ve kültürel coğrafyayı bir arada sunarak meseleye güncel ve anlamlı bir katkı sunuyor. Özellikle Türkiye bağlamındaki okuyucu için, bölgeye dair bir tür “görme kapısı” işlevi görüyor. Bu çabanın sahiplenilmesi ve başka bölgelere uygulanmasıyla, yeterince “görünmeyen” yahut “filtrelenen, perdelenen” çeşitli beldelerde yaşanan insan hakları, kimlik, kültür ve hafıza kayıplarına dair genel bir duyarlılık hattı, işlek ve nispeten kitlesel bir perspektif çatılabilir.
Tarihi İpek Yolu’nun kavşak noktalarından olan Kaşgar, kitabın en çok detay verilen şehirlerinden biri. Kılınç, şehrin tarihî çarşılarını, restore edilmiş camilerini ve eski hanlarını anlatırken, mekanın hem geçmişini hem de modern politik baskılar sonucu değişen yapısını resmediyor. Söz gelimi bir cami avlusunun boşluğu ve sessizliği, yalnızca fiziksel bir betimleme değil, kültürel hafızanın silinmesine dair bir metafor olarak sunuluyor. Yazar, bu mekanı aktarırken tarihi referansları ve gözlem notlarını ustaca harmanlıyor. Namaza “icazet” olmadığını, Çin’in hayalindeki Uygur kültürünü, Mao ve barlar sokağını, karakola bağlanan otobanı, garip güvenlik tedbirlerini, şehit alim Abdülkadir Damolla’yı, Opal Bağcesi’ndeki Mahmud Kaşgari’yi, Yusuf Has Hacib’in kabrini, İslamsız Türklük yolunun nereye çıkacağını da irdeliyor bu bölümde.
Hanların başkenti Yarkent başlığı altında Şii Uygurlardan, Altun Mescid’den, rehabilitasyon merkezlerinden, zorla çalıştırılan Uygurlardan, toplum mühendisliğinden söz edildiğini görüyoruz. Müslüman Uygurların Çinlilerle evlendirilmesine dair teşvik yahut dayatmalar, bu bölümün can alıcı bahislerinden biri.
Mehmet Emin Buğra’nın memleketi Hoten’e ait tasvir ve gözlemler, bölgenin günlük hayatını ve kültürel direnişini görünür kılıyor. Pazar yerlerinde fısıltıyla konuşan yaşlıların ve çocukların temkinli davranışları, toplumsal baskının insan tekleri ve toplulukları üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor. Kılınç, gözlemlerini detaylı bir şekilde aktararak okuyucunun mekanı sadece görmesini değil, hissetmesini de sağlıyor. Söz gelimi, bir pazarda karşılaştığı yaşlı bir kadının sessiz bakışını hem şahsi hem de kolektif hafızanın içrek objesi olarak sunuyor. Bu arada, Hoten Cuma Camii ile gözlemlerini de büyük bir dikkatle aktarıyor. Bir görevli, namaza gelenlerin kimlik belgelerini kontrol ediyor burada. 65-70 yaşındaki ihtiyarların içeri girmesine izin veriliyor sadece. Kılınç da arkadaşıyla birlikte durduruluyor. Başka yerden gelen yaşlıların da kabul edilmediğini fark ediyor sonra. Bu sırada iç avluya bakıyor ve hazin bir tablo ile karşılaşıyor. Camiye kabul edilen ihtiyarlar, askeri komutlarla avludaki Çin bayrağının ve Çin Devlet Başkanı Xi Jimping’in portresinin önünde ikişerli sıraya sokuluyorlar. Ayakta ve koro halinde Çin’e sadakat yemini türünden bir metni okuyorlar. Ardından, uygun adım yürüyüşle namaz bölümüne alınıyorlar. Görevli, Kılınç’a ve arkadaşı Hulusi’ye namaz kılma izni vermiyor.
Yazarın “dev bir metropol” diye nitelediği Urumçi’deki sokaklar ve kamusal alanlar da modernleşme ve kültürel baskı arasındaki gerilimi yansıtıyor. Kılınç’ın gözlemleri; mimari değişiklikler, kimlik kargaşasına sürüklenen meydanlar, halka ait alanlardaki sessizlik ve tedirginlik üzerinden, şehirlerin sosyal dokusundaki dönüşümü aktarıyor. Bu bölümdeki “Halkı terbiye aracı olarak tiyatro” bahsi de dikkatle okunmalı.
Toplama kamplarıyla, mahzun mescitlerle, menkıbe ve türbelerle dolu Turfan’da “cedidci bir kahraman” başlığı altında Mahmut Muhiti’den de söz ediyor yazar. 1933’te Kaşgar’da Şarki Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına vesile olan Muhiti, Tokyo’da Abdürreşid İbrahim’in toplantılarına da katılıyor. Bu anlatımlarda hem eski hem de yeni fotoğrafların kullanılması, metnin belgesel değerini pekiştiriyor.
İnsan manzaraları ve toplumsal dönüşüm
Kitap, birçok özelliğinin yanında, bir “insan manzaraları” albümü olarak da çıkıyor karşımıza. Şehirlerin yerli sakinleri, bölgenin tarihsel ve politik bağlamıyla birlikte ele alınıyor. Kılınç, tanıklık sorumluluğunu insan çehreleriyle, pratikleriyle, kaygılarıyla ilgili tespit ve anekdotlarla da güçlendiriyor. Ezan sesi işitemeyen, tesettürü terk etmek zorunda bırakılan, anadili dolaşımdan çıkarılan, geçmişine yabancılaştırılan, kamplara tıkılan, evlerine yabancı sokulan, yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürülen, sakal bırakmaları yasaklanan milyonlarca insan; Cengiz Aytmatov’un Gün olur Asra Bedel romanındaki “mankurtlaştırma”ya benzer bir yok oluş çevrimine itiliyorlar.

En dikkat çekici aktörler, kadınlar şüphesiz. Kılınç, kadınların gündelik yaşayışını gözlemleyerek hem bireysel hem de toplumsal kimliklerin baskı altında nasıl şekillendiğini izah ediyor. Diğer taraftan; pazar yerlerinde temkinli konuşan kızlarla, sessizce yürüyen yaşlılarla, sokaklarda oyun oynayan çocuklarla ilgili belirlemeler, sosyal baskının farklı kuşaklar üzerindeki etkilerini kademe kademe gözler önüne seriyor.
Yazar, karşılaştığı yaşlılarla gerçekleştirdiği kısa sohbetler üzerinden geçmişe dair anekdotlara yer veriyor. Bu anlatılar, yalnızca bireysel hatıra olarak kalmıyor; bölgenin kolektif hafızasının izlerini taşıyan tanıklıklara dönüşüyor. Bir yaşlıyla yapılan sohbet, 1940’lardan günümüze kadar uzanan toplumsal değişimi ve kimlik kaybını okura aktaran bir köprü görevi görüyor. Kılınç, anlatıyı, okuyucunun empati kurmasını sağlayacak şekilde örüyor ve tanıklığın etik boyutunu vurgulamaya da ayrı bir önem veriyor. Yarı belgesel nitelik, yorumlarla, analitik çözümlemelerle ve dinamik gözlem sekmeleriyle zenginleştiriliyor. Bazı dükkanlarda bıçak ve satırların tezgahın arkasına bağlandığını teşhis eden cümleler çok çarpıcı mesela.
Evet; günümüz Doğu Türkistan’ında camilerin minareleri sökülüyor, türbeler buldozerlerin altında yitiyor, tapu senedi mahiyetindeki mezarlıklar yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor. Başörtüsü yasaklanıyor, ibadet edenler takibata maruz kalıyor. Bir milletin hafızası sistematik olarak silinmeye çalışılıyor. Seyahatname, hayatın birçok ünitesinde bir tür soykırıma maruz kalan kadim bir coğrafyaya ve onun bağrındaki insanlık ormanına bırakılan potkalları bizzat yerinde dolaşarak bulan bir tanıklık vesikası olmasının yanında, birçok kişi ve çevrenin yüz çevirdiği yahut perdelediği acı gerçeklerin izlerini ve çığlıklarını toplayan bir yangın kulesi mesabesinde. Çin’in Türkiye’den alıp bizzat gezdirdiği, güllük gülistanlık göstermek için yalnızca belli yerleri gösterdiği, çeşitli filtrelerle gerçeği gizlediği, kendi istediğini söylettiği gazeteci ve yorumcuların suratına bir tokat indiriyor aynı zamanda.
Okuyucu, bu kitap sayesinde, sadece bugünün dramını değil, köklü bir tarihi süreç eşliğinde bu coğrafyanın varoluş mücadelesini de görme imkanı elde ediyor. Yazarın iliştirilmiş medya ve dezenformasyon eksenine dikkat çekmesi, okuyucuya “Hangi haberleri, hangi kaynakları ne şekilde değerlendirmeliyim?” sorusunu sorduruyor. Böylece kitap yalnızca şahsi bir gezi anlatısı değil, tuzakları ve güzergaha döşenen mayınları aşabilen alternatif bir okuma ve yorumlama pratiğine dönüşüyor. Çin’in bölgedeki uygulamalarını ya “terörle mücadele” ya da “istikrar operasyonu” çerçevesinde sunan, itirazları hemencecik “Amerikan oyunu” diye yaftalayan kişi ve çevrelerin yanıltıcı beyanları da boşa çıkıyor böylelikle.
Heyhat! “İlim Çin’de de olsa alınız.” diyen bir peygambere ümmet olan bilge, cömert ve yüce gönüllü insanlar nerede; milyonlarca insanı öz yurdunda paryaya dönüştürerek dini, milli ve tarihi hafızayı budayan, yalanlar ve pişkince tavırlar eşliğinde kültürel bir soykırım uygulayan, koca bir beldeyi bir açık hava hapishanesine çeviren zorbalar, işgalciler, mücrimler nerede?
Bu kıymetli “salih amel”i için Taha Kılınç’a ne kadar teşekkür etsek az.