Taha Kılınç: “Doğu Türkistan’da Bambaşka Bir Gerçeklik Yaşanıyor”

Taha Kılınç'ın Doğu Türkistan'daki seyahati sonrası kaleme aldığı "Kayıp Coğrafyanın İzinde" kitabı, Doğu Türkistan'daki derin asimilasyon ve baskı politikalarını günlük hayattan delillerle ortaya koyuyor.

Gazeteci Taha Kılınç, Doğu Türkistan’a yönelik ziyaretlerinin ardından bölgedeki gerçekleri yansıttığı “Kayıp Coğrafyanın İzinde” isimli seyahatnamesini yayınladı. Kılınç ile Doğu Türkistan’da Uygur kimliğine yönelik baskı ve asimilasyon uygulamalarını konuştuk.

Elif Zehra Kandemir

Perspektif, 1 Kasim 2025

Siz uzun yıllar İslam coğrafyası çalıştınız. Haziran ayında Doğu Türkistan’a 8 günlük bir seyahat gerçekleştirdiniz. Ve ardından “Kayıp Coğrafyanın İzinde” isimli bir seyahatname yayınladınız. Bu seyahatin sizin açınızdan farkı neydi?

İfade ettiğiniz gibi, yaklaşık 30 yıla yakın bir süredir İslam coğrafyası çalışıyorum. Doğu Türkistan da bu coğrafyanın çok kıymetli bir parçası. Fakat Doğu Türkistan’ı diğer coğrafyalardan ayıran çok önemli bir fark var. Savaş, çatışma, mahrumiyet ya da fakirlik bölgesi olan başka yerlerden farklı olarak Doğu Türkistan, ha deyince gidilebilecek bir yer değil. Oradan aldığınız haberleri teyit etme imkânınız yok.

Şahsen benim yıllar boyunca Doğu Türkistan’la ilgili iki temel bilgi kaynağım vardı. Bunlardan birincisi vaktiyle orada yaşamış, sonradan farklı sebeplerle dünyanın farklı yerlerine dağılmış Uygurların anlatılarıydı. Bu anlatılarda en aktüel bilgi yaklaşık 10-15 yıllıktı. Daha yakın dönemden Doğu Türkistan’daki duruma dair bir bilgi yoktu çünkü 2015’ten sonra birçok insan için bölgeye giriş-çıkışlar mümkün değildi.

Doğu Türkistan’la ilgili ikinci kaynak ise yine üçüncü tarafların hazırladığı birtakım raporlar, akademik tezler, kitaplar veya o coğrafyaya dair yapılan çalışmalardı. Dolayısıyla Doğu Türkistan benim için yıllar boyunca birtakım perdelerin arkasından izleyebildiğim bir coğrafyaydı.

Haziran ayında bir arkadaşımın vesilesiyle çıktığımız yolculukta Doğu Türkistan böylece fiziksel anlamda da ulaşılabilir bir yer hâline gelmiş oldu. Doğu Türkistan, İslam coğrafyasının en zor ulaşılan, dolayısıyla fiziksel anlamda da gerçekten zor seyahat edilen bir bölgesi. Benim şimdiye kadar İslam coğrafyasına yaptığım yolculuklar içerisinde en streslisi ve hareket anlamında en problemlisiydi. Ama elhamdülillah Türkiye’nin yaklaşık 2 katı olan, 1 milyon 800 bin kilometrekarelik bir alanda yer alan bu coğrafyayı 8 gün boyunca çok yoğun bir tempoyla ziyaret edebildik. Sahayı görüp Doğu Türkistan’da gerçekte neler yaşandığını teyit edecek birtakım verilere de ulaşmış olduk.

Çin’in enformasyon blokajı ve bölgeye ulaşım zorlukları nedeniyle Doğu Türkistan, kapalı bir kutu ya da sizin deyiminizle “kayıp bir coğrafya” olarak algılanıyor. Siz, Kaşgar, Artuş, Hoten, Gulca ve Urumçi gibi birçok Doğu Türkistan şehrini ve beldesini gezdiniz. Yaklaşık 10-15 yerleşim yeri gördünüz. Neler gözlemlediniz?

Seyahate Gulca’dan başladık. Gulca, Kazakistan-Çin sınırında, Doğu Türkistan’ın ilk kadim yerleşim yerlerinden biri. Gulca’dan Kaşgar’a geçtik. Kaşgar’da bulunduğumuz süre içinde Opal, Artuş, Kızılsu bölgesinde dolaştık. Yerkent, Hoten, Urumçi, Turfan, Tuyuk gibi şehirlerin yanı sıra yol güzergâhında geçmiş olduğumuz Fevzivat ve Yenişehir gibi birtakım yerleşim birimleri ve ilçeleri de katacak olursak, ifade ettiğiniz gibi on beş kadar Doğu Türkistan beldesini, kadim il ve ilçe merkezlerini ziyaret etmiş olduk.

Ben, ayak bastığımız her yerde birinci olarak şu sorunun cevabını aradım: İbadethaneler açık mı? Bu çok temel bir soruydu, çünkü bir İslam beldesinin İslamlık vasfını en bariz şekilde gösteren şey ibadethanelerin durumudur. İbadethanelere erişilebiliyor mu? Namaz vakitlerinde camilerde ibadet ediliyor mu? Cuma namazı kılınıyor mu? İnsanlar cemaate devam edebiliyorlar mı? Birincil öneme sahip sorular bunlardı.

İkinci soru, “ezan duyacak mıyız” sorusuydu. Üçüncü olarak da sokaklarda ne göreceğimize odaklandık. Bundan 10-15 sene önceki Kaşgar’ın internetteki görüntülerine baktığınızda şehrin Müslüman kimliğini çok net bir şekilde ortaya koyan resimlerle karşılaşıyorsunuz. O dönemki fotoğraf ve videolarda tesettürlü insan oranı yüksek. Ufak bir kamera kaydında bile sakallı, sarıklı, takkeli, cübbeli, başörtülü insanları görebiliyorsunuz. O dönemden bugüne geriye ne kaldı sorusunu seyahat boyunca sorduk. Dördüncü olarak ise pratik hayatta insanların hayatına yansıyan hangi kısıtlamaları yakalayabileceğimize odaklandık.

Orada olduğumuz süre boyunca, ibadethanelerin kapalı olduğunu gözlemledik. Doğu Türkistan’da beş vakit namazın hiçbirisini camide kılamadık. Namaz kılmamıza müsaade edilmedi. O topraklardaki camiler zaten ya kapatılmış ya da yıkılmış. Kaşgar’daki meşhur İydgah Camii’nde olduğu gibi şehrin ortasında cami ayakta duruyor, fakat müze olarak duruyor. İçeri giriyorsunuz, hatta küçük bir bölümde ayakkabınızı da çıkarıyorsunuz. Fakat cami içerisinde namaz kılma imkânınız yok. Yani cami sözde “açık” fakat ibadete kapalı. Bu açıdan birinci sorumuzun cevabı maalesef çok net bir şekilde Doğu Türkistan’da ibadete çok katı bir yasaklama ve kısıtlamanın getirildiği yönünde oldu.

İkincisi, Doğu Türkistan’da hiçbir şekilde ezan duymadık. Urumçi’de son durağımızda pasaportla girdiğimiz içinde namaz kılınabilen iki cami vardı. Oralarda ezan sesine şahit olduk fakat bunlar caminin içinde hoparlörsüz, dışarıya ses verilmeden ve kamet gibi hızlı ezanlardı.

Üçüncü olarak sokakların manzarası beni çok etkiledi. Gezdiğimiz tüm beldelerde 8 gün boyunca sokakta tek bir başörtülü kadın bile görmedik. Oysa biz sadece şehirlerin ana meydanlarında turistik bölgelerinde gezmedik. Sokak aralarına gittik. Müslüman mahalleleri, mezarlıkları, türbeleri, yıkılmış camileri gezdik. Sokak aralarında bara, restorana, otele çevrilmiş birtakım camileri görüntülemek için çok fazla yeri dolaştık. Fakat bir tane başörtülü kadın bile görmedik.

Şimdi mesela Köln’ü düşünün. Muhtemelen Köln’deki katedralin önüne bir kamera koysanız, orada yaşayan Müslümanlardan en az bir ya da iki tane başörtülü kadın kadrajınıza takılır. Biz 8 gün boyunca, en ücra köşelere kadar yürüyüp mahalle aralarına dalmamıza rağmen Doğu Türkistan’da maalesef tek bir başörtülü görmedik. Buna ek olarak başında sarık, takke ya da geleneksel doppa bulunan, uzun cübbe giyinen tek bir kişi bile görmedik.

Kaşgar, İslam dünyasının Şam’ı ya da Kudüs’ü gibidir. Kaşgar’da sadece üç tane sakallı amca saydık. Dolayısıyla kendimize sorduğumuz soru şuydu: Bu insanlara ne oldu? Bu şehirlere ne oldu? Bu demografiye, bu nüfusa, bu görünürlüğe, bu fenotipe ne oldu?

Tüm bunlar Çin’de Doğu Türkistanlı Uygurlara uygulanan “Aile Olmak” programlarına, sözde “eğitim” kamplarına, endoktrinasyonla Müslüman toplumun şekillendirilmesine dair devasa kanıtlar sunuyor.

Doğu Türkistan’daki Uygurların hayatı yasaklar ve kısıtlamalarla dolu. Örneğin bir taksicinin haftada kaç gün benzinliğe gidebileceği, kaç litre benzin alabileceği, o benzinle kaç kilometre yol yapabileceği listelerle belirlenmiş durumda. İnsanların satın alabilecekleri ve alamayacaklarını belirten listeler var. Bir Uygur bugün belli bir metrenin uzunluğunda halat ve ip satın alamıyor. Çadır satın alamıyor. Teleskop satın alamıyor. Dürbün satın alamıyor. Çünkü bütün bunların hepsi Çin tarafından “ayaklanma hazırlığı” olarak değerlendiriliyor. Bir restoranın mutfağında kullanılan bütün kesici aletler, bıçaklar ya da satırlar zincirlerle ya da kalın halatlarla masalara bağlı. Bir Uygur’un evindeki ya da meslek icabı satın aldığı bütün kesici aletler QR kodlarla kimliklerine tanımlı.

Hoten, Çin devlet televizyonunun propaganda videoları için kullandığı bir yer. Cuma namazına Hoten’de bir camiye gittiğimizde, ihtiyarları gözümüzün önünde isimlerini okuyup listeden kontrol ettiler. Ardından da caminin avlusunda Çin’e bağlılık yemin ettirdiler. Buna bizzat şahit oldum ben.

Turfan’da bir toplama kampının önünden geçtik. Haritada “mesleki eğitim merkezi” olarak kayıtlı olan bu binaların yanından geçerken dehşete kapılıyorsunuz. Azılı suçluların tutulduğu büyük bir hapishane gibi, devasa yüksek duvarlar, dikenli teller ve gözetleme kuleleriyle örülmüş yapılar bunlar. Uygurların kitleler hâlinde endoktrinasyon için sevk edildikleri yerler buralar.

1949 sonrası Çin’in Doğu Türkistan’ı işgaliyle 2000’li yıllara kadar devam eden bir baskı ve zulüm olduğunu biliyoruz. Ama özellikle 2014 yılında Yarkent’teki İlişku kasabasının bombalanması ve sonrasındaki katliamlar, bugün gözlemlenen bu tablonun başlangıcı gibi görülüyor. Doğu Türkistan’da sizin bahsettiğiniz bu baskı ortamını doğuran kırılma noktaları nereler sizce?

Doğu Türkistan’ı geriye doğru okuduğumuzda birkaç dönemi ayırmak gerekir. 1949’da işgal gerçekleştikten sonra malum 1955’te otonom bölge kuruluyor. Mao’nun 1976’daki ölümüne kadar Doğu Türkistan dünyadan tamamen izole bir bölge. Kültür devrimi sırasında çok büyük bir yıkım gerçekleşiyor. Fakat 80’lerde yine kısmi bir canlanma var. Bugün mesela Urumçi’de ayakta olan birçok cami ya da Abdülkerim Satuk Buğrahan’ın türbesi, Yusuf Has Hacib’in türbesi ve Kaşgarlı Mahmud’un türbesi gibi yapıların tamamı 80’ler ile 90’lardaki o aralıkta inşa edilmiş.

Benim Doğu Türkistan’da tespit edebildiğim iki tane kırılma noktası var. Bunlardan birincisi Sovyetlerin dağılmasıyla beraber Asya’da oluşan yeni düzen. Sovyetler Birliği dağılınca içinden çıkan Asya’daki cumhuriyetler Doğu Türkistan’ı kuşatıyor. 90’larda Çin, sınırların kontrolü ya da içeride Uygurlara devlet baskısı uygulama gücü gibi konularda şimdiki gücünden tamamen farklı bir yerde. Dolayısıyla ben 90’lardan itibaren Doğu Türkistan’da Müslümanlara yönelik baskı ve asimilasyon sürecinin başladığını tespit ediyorum.

Bir diğer kırılma noktası 2000’lerde dünyadaki gelişmelerle ilgili. 2001’de 11 Eylül saldırısıyla birlikte Amerika’nın bütün dünyaya, “ya bizdesiniz ya bizim karşımızdasınız” sloganıyla geliştirdiği savaş sürerken, Çin de o dönem kendi sözde “terörle mücadele dosyasını” o furyaya dahil etti.

Yakın dönemde Doğu Türkistan’la ilgili en önemli kırılma noktası ise Arap Baharı. Özellikle 2011’den itibaren, yani Suriye’deki çatışmalar yoğunlaşmaya başladığında Özbekistan’dan, Türkistan’dan, Doğu Türkistan’dan, yani Asya’dan kahir ekseriyeti Selefi düşünceye mensup ciddi bir “savaşçı grup” Suriye’ye akın etti. Suriye savaşı kanlı ve İslam dünyasını yüksek oranda etkileyen bir girdaba dönüştü. Çin o dönem Rusya ve Esed rejimi ile aynı saftaydı. 2014’te Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in tam da Kunming saldırısının olduğu günlerde meşhur bir Urumçi ziyareti var. Orada Xi Jinping Kaşgar’la ilgili şöyle söyledi: “Burada Çin’e dair çok az şey var.”

Bu çok kilit bir ifade. O dönemin Kaşgar’ına baktığımızda İslami görünürlük açısından hakikaten bir Orta Doğu şehri gibi. Ben o dönem Arap Baharı’nın ardından İhvan’la ve Nahda’yla mücadelenin ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki benzer kaygıların Pekin’e de yansıdığı kanaatindeyim.

Öte yandan Xi Jinping’in birtakım politikalarıyla Çin’in bütün dünyada ekonomik anlamda yükselmesi, sonra malum “Bir Kuşak Bir Yol” projesiyle öne çıkmasıyla Doğu Türkistan’ın, Çin’in dünyaya açıldığı nokta olduğunu görüyoruz. Doğu Türkistan öyle bir yer ki, altın orada, uranyum orada, petrol orada, doğalgaz orada, pamuk orada. Öyle bir coğrafya ki Çin oradan vazgeçemez.

Buna karşın Uygurlar, İslami kimlik ya da tarihî, siyasi ve coğrafi açıdan çok dinamik bir toplum. Hui Müslümanlarından farklı olarak Çin içinde eriyip gitmemişler. Çin’in Uygurlara yönelik politikası da onların dinî, etnik ve millî kimlikleriyle bağlarını koparıp sözde bir “tehlike” olmaktan çıkartmaya odaklanmış.

Doğu Türkistan’daki Müslüman ve Uygur kimliğine yönelik politikaların ne yazık ki sonuç verdiğini görüyoruz. Peki Doğu Türkistan’daki Uygur kimliği, geri dönüşü olmaz biçimde kayıp edildi mi sizce? Uygurların mücadelesi, artık daha ziyade diasporada gerçekleştirilen bir mücadele mi?

Ben böyle düşünmüyorum. Çin, İngiltere ya da Rusya gibi, kendi bünyesindeki Müslüman azınlığa daha liberal bir yaklaşım sergileseydi, belki Uygur davasının “kaybedildiği”ni söylemek mümkün olurdu. Bu bakışı şöyle açayım: Bugün İngiltere sınırları içinde yaşayan Müslümanların hiçbirinin İngiltere ile bir derdi yok. Fakat Çin’in baskı ve zulümlerine yönelik direnç, tam da bu nedenle Uygurlarda oldukça canlı. Belki devlet gücü çok güçlü olduğu için azınlıklar boyun eğiyor ve o güç üzerlerinden bir buldozer gibi geçiyor. Fakat zulme karşı başkaldırı, o kesimin içerisinde capcanlı bir şekilde duruyor.

İkincisi, tarihin farklı dönemlerinde İslam coğrafyasında birtakım fırtınaların zaman zaman estiğini, fakat sonrasında toprağın derinliklerindeki filizlerin fırtınalara rağmen altta korunmuş olduğunu ve tam da buradan yükseldiğini çok gördük. Bundan 50-60 sene önce Sovyetler Birliğini görseydik, şimdiki Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan hakkında “İslam buralara artık bir daha uğramaz” derdik. Şimdi ben Buhara’ya, Semerkand’a, Taşkent’e gidiyorum. Orada akla hayale gelmedik gelişmeler var.

Doğu Türkistan’da 12 ila 15 milyon arası Uygur var. Bu az bir rakam değil. 1,5 milyar Çin’in içerisindeki 15 milyon öyle ya da böyle eritilememiş durumda. Sahada alttan alta canlı bir İslami kimliğin yaşatılmaya çalışıldığını görüyorsunuz.

İslam dünyası, Gazze, Sudan, Yemen, Doğu Türkistan ve Arakan gibi yerlerde çok büyük zulümlere tanık oldu, olmaya da devam ediyor. Böyle bir ortamda Müslüman cemaatin de artık dünya siyasetinde bir şeylerin değişebileceğine dair inancı giderek azalıyor gibi. Böyle bir manzara karşısında ümitli olmak nasıl mümkün sizce?

Ben mevcut fotoğrafı net bir şekilde görmek, İslam dünyası ölüp bitmiş gibi bir eziklik içerisine girmeden içinden geçtiğimiz zamanın gerçekliğinin farkında olup geleceğe dair ufkumuzu diri tutmak gerektiğini düşünüyorum.

Bunun anahtarı da özetle sivil kalmak. Özellikle Türkiye’de İslam dünyasının içinde bulunduğu durum değerlendirilirken en büyük çıkmaz, meselelerin siyasal bir bakışla değerlendirilmesi ve hep “yukarıdan” halledilebilecek meseleler olarak görülmesi bence. İnsanlar, “bizi yönetenler acaba ne yapacak” diye düşünüyor.

Ben şöyle düşünüyorum: Siyasetçi siyaset yapsın. Devletler, hükûmetler, uluslararası kuruluşlar, bölgesel kuruluşlar, diplomasi; bunların ilerleyeceği ray başka. Buna karşın bir Müslüman olarak benim İslam coğrafyasına dair kendime ait şahsi ve sivil bir bakışım olmak zorunda. Bir birey olarak siyasetin aldığı kararları ya da maslahat gereği atılan adımları takip etmek zorunda değilim. Müslümanlar olarak siyasi hattan bağımsız, müstakil bir bakışa sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ben siyasetin bakışından ve adımlarından farklı olarak Filistin meselesinde ne yapıyorum? Bir emek verdim mi? Yeteri kadar zihin teri döktüm mü? Dünyada tamamen yalnız kalsam, bana Filistin meselesinde ne yaptığım sorulsa ne cevap veririm? Bence bunlar önemli sorular.

Ben böyle bakınca insanın önünde bir imkânlar silsilesi açılacağına inanıyorum. Doğru ve yanlış algılarımız, hayır ve şer algılarımız siyasetin adımlarına göre şekilleniyorsa, bir yerden sonra bize ait bir fikrimiz de kalmamış oluyor. O yüzden temelde gündemden, siyasetten, devletten ve bürokrasiden bağımsız sivil bir düşünce tarzı inşa etmek zorundayız.

Sizin Doğu Türkistan’a dair seyahatnamenizi ve gözlemlerinizi dikkat çekici kılan da zannediyorum bu sivil duruş. Yanılıyor muyum?

Doğruyu söylemek gerekirse biz seyahatnamenin bu kadar ilgi çekeceğini tahmin etmiyorduk. Kapalı ve kolay ulaşılamayan bir coğrafyaya böyle bir seyahatin nasip olmasından sonra insanların fotoğraflar ve delillerle orada olan bitenleri görmüş olmasıyla bir kamuoyu ilgisi oluştur.

Bir de Çin’in Türkiye’den bölgeye götürüp yalanlar söylettiği bir sürü insan var. Bu insanlar, “Gözlerimle gördüm. Doğu Türkistan’da camiler açık” dediler ve sanki o coğrafyada her şey yolundaymış gibi bir hava çizdiler. Oysa Doğu Türkistan’da bambaşka bir gerçeklik yaşanıyor. Bu gerçekliğin insanlara bir kitap-belgesel formatında sunulmuş olması, insanların ilgisinin temel sebebi bence.

2017 yılından sonra Çin’in özellikle Doğu Türkistan’da Uygurların nüfusunu kontrol etmek için hem zorla kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri uyguladığını biliyoruz. Bu yöntemin 2018 yılında sonuç verdiğini ve Doğu Türkistanlı nüfusun azaldığını biliyoruz. Çin, kapatıldığını iddia ettiği sözde “eğitim kamplarını” ve diğer baskıcı asimilasyon politikalarını o dönemki sertliğiyle sürdürüyor mu sizce?

Bu soruya şöyle cevap verebilirim sanırım: Biz Doğu Türkistan’a meşru bir şekilde girdik ve o andan itibaren attığımız her adım izlendi. İki yabancı olarak çok geniş bir coğrafyada 2000’den fazla fotoğraf ve video çektik. Her yerde gözetleme kameraları olan bir ülkede elbette bu hareketliliğimiz de gözetleniyordu.

Buna rağmen benim gözlemim, Çin’de şöyle bir özgüvenin oluştuğu yönünde: “Biz zaten Uygur meselesini bir ‘terörle mücadele’ meselesi olarak ele aldık ve bitirdik. Halkı eğittik. Artık tehlike yok. Dolayısıyla bir turiste verebileceğimiz açık da kalmadı.” Çin böyle düşünüyor ve Avrupalı turistlere, “Buyurun Kaşgar’ı gezebilirsiniz. Bakın, herkes ne kadar mutlu. Sokaklarda herkes dans ediyor. Kimse baskı altında değil. İydgah Camisi bile açık.” tarzında bir propaganda yürütüyor.

Fakat gerçekte durum öyle değil. Biz sadece turistik destinasyonlara değil, ufak yerleşim yerlerine ve sokak aralarına kadar gittik. Kaşgar’da birçok cami bara, restorana, otele çevrilmiş durumda. Hepsini fotoğrafladık. Ben bunları fotoğraflarken Çin güvenlik güçleri tarafından görülmediğimizi zannetmiyorum. Ama onlara o kadar özgüven gelmiş ki, “Dünyaya Doğu Türkistan’da her şeyin yolunda olduğunu yutturduk. İslam dünyasındaki devletleri de ticaretle bağladık. Uygur meselesini bir avuç Amerikancı radikalin kendi kendilerine bağırdığı marjinal bir mevzu olarak dünyaya sunduk.” gibi bir tutumları var.

Buna rağmen Çin’in asıl korkusu, aslında biraz biz döndükten sonra ortaya çıktı. Döndükten sonra diplomatik kanallar üzerinden bu kitabın basılmaması gerektiği yönünde baskılar aldık. Doğrudan, “Bu kitabın Türkiye kamuoyunda bilinmesini ve duyulmasını istemiyoruz.” dediler.

Bu kitaba yönelik ilgi Türkiye başta olmak üzere Müslümanlar nezdinde bu meselenin hâlâ çok canlı bir şekilde sahiplenildiğini de gösteriyor. Çin’in dünya genelindeki onca yatırımına, ticaretle devletler üzerinde oluşturduğu bağımlılık ilişkisine rağmen insanların hâlâ Uygurlarla ve Doğu Türkistan’la duygusal bağları güçlü. Bu güçlü bağ, Çin’in baskılarının sonuç vermeyeceğinin de kanıtı.

Elif Zehra Kandemir