Çin’in Uygur Soykırımında Propaganda Mekanizması ve İşbirlikçi Medyanın İhaneti

06-12-2025, Haber Nida 

 

Giriş

Bilgi ve sözün askeri mühimmattan, füzelerden ve kurşunlardan çok daha sinsi ve güçlü bir etkiye sahip olduğu çağımızda, çatışmalar geleneksel savaş alanının ötesine geçerek medya ve dijital mecralara, yani zihinlerin işgal edildiği bir sahaya yayılmıştır. Modern savaş, sadece coğrafi alanda değil, aynı zamanda kamuoyunun zihninde, tutumların ve inançların, satılık kalemler ve işbirlikçi medya aracılığıyla yayılan zehirli anlatılarla şekillendirildiği bir alanda, acımasızca yürütülmektedir.

Bu bağlamda, Doğu Türkistan’daki Uygur sorunu, modern dönemin en sembolik hakikat mücadelelerinden ve aynı zamanda en büyük medya ihanetlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Çin hükümeti, bölgedeki kanlı eylemlerini “terörizm ve aşırılıkla mücadele çabaları” gibi masum bir kılıf altına saklayarak resmi bir yalan anlatısı inşa etmekte ısrarcı olurken; onurlu ve bağımsız insan hakları örgütleri ile satılamayan medya raporları, toplu gözaltı kampları, sistematik kültürel asimilasyon ve dini/kültürel kimlik üzerindeki ağır kısıtlamaları içeren, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı tamamen farklı bir tabloyu gözler önüne sermektedir.

Çin’in uydu kanallarından dev dijital platformlara uzanan devasa propaganda aygıtı ve bu aygıtın dişlileri haline gelmiş işbirlikçi medya organları karşısında, insan hakları aktivistleri ve bağımsız gazeteciler, sansür ve bilinçli yaratılan bilgi kirliliği okyanusunda gerçeği görünür kılma mücadelesi vermektedir. Uygur halkına dair gerçekler, yalnızca doğrudan baskıyla değil; aynı zamanda kafa karıştırıcı bilgiler, sürekli tekrar eden yalan söylemler ve Çin fonlarıyla beslenen gazetecilerin kurguladığı detaylardan oluşan devasa bir gürültü perdesiyle örtülmektedir. Resmi anlatının sayısız Çin devlet kurumu ve onlara ruhunu satmış medya kanalları tarafından sürekli olarak yeniden üretilmesi, toplumsal şüphe eşiğini düşürmekte ve yalanların zamanla sorgulanması güç, neredeyse “resmî gerçekler” statüsü kazanmasına yol açmaktadır.

Bu nedenle, Uygurların mevcut mücadelesi yalnızca özgürlük ve onur direnişi değil; aynı zamanda anlatıyı kimin kuracağına, celladın mı yoksa kurbanın mı sesinin duyulacağına dair kritik bir savaştır. Ne tür bilgilerin aktarılacağı, nelerin gizleneceği, kimin sesinin duyulacağı ve kimin susturulacağı gibi soruların yanıtları, bu kirli medya savaşının merkezinde yer almaktadır. Medya savaşının tehlikesi, askeri çatışmalar gibi bedeni doğrudan yok etmemesi, ancak kolektif hafızayı, bilinci ve en önemlisi insanlık vicdanını tespit edilmesi zor bir şekilde tedricen ortadan kaldırmasıdır.

Bağlamsal Arka Plan: “Terörizmle Mücadele” Söyleminin ve Medya Riyakarlığının Ardındaki Gerçeklik

Geçtiğimiz on yılın ortasından bu yana, Doğu Türkistan’daki işgalci yerel Çin yönetimi, 2014 yılında resmen ilan edilen “Terörizme Karşı Sert Mücadele Kampanyası” söylemi altında kapsamlı bir yok etme politikası yürütmektedir. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) raporlarına göre, bu kampanya “güvenlik tehditleri” ve “dini aşırılık tehlikesi”ne yanıt olarak sunulmuş ve ne yazık ki Pekin’in fonladığı sözde gazetecilerin desteğiyle Uygur nüfusunun tamamı aşırılık ve terörizmle ilişkilendirilerek kriminalize edilmiştir.
Ancak, bu güvenlik gerekçesinin ardında, aşırılıkla mücadele bahanesiyle milyonlarca masum Uygur bireyini hedef alan, benzeri görülmemiş dijital gözetim sistemleri, yaygın kontrol noktaları, toplu tutuklama operasyonları ve zorla gözaltı tesisleri gibi çok daha karmaşık, derin ve şeytani politikalar uygulanmıştır. “China Cables” olarak bilinen sızdırılmış ICIJ belgeleri, bu “eğitim kamplarının” aslında zorla ideolojik programlara tabi tutulan tutukluların bulunduğu, işkencenin sıradanlaştığı kapalı gözaltı merkezleri olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu programların temel amacı, Uygurların dini ve kültürel kimliklerini silmek ve yerine Çin Komünist Partisi’ne mutlak sadakati aşılamaktır.

Zamanla bu mesele, basit bir “güvenlik” başlığını aşarak kapsamlı bir toplumsal mühendislik ve soykırım projesine dönüşmüştür. Okullarda Çince zorunlu hale getirilmiş, geleneksel dini isimler yasaklanmış ve aileler, “ulusal birlik” söylemiyle paketlenen ve işbirlikçi medya tarafından “kardeşlik projesi” diye alkışlanan ev ziyaretleri programları kapsamında, mahremiyetlerini ihlal eden devlet görevlilerini yatak odalarına kadar ağırlamaya zorlanmıştır. Bu bağlamda, medya olayları aktaran bir araç olmaktan çıkıp, bu soykırım savaşının aktif, suç ortağı bir enstrümanı haline gelmiştir. Bir yandan Pekin, yerel kanallardan Xinhua ve CGTN’ye kadar tüm resmi medya organlarını ve dünyadaki maaşlı kalemşorlarını kullanarak kampanyayı bir kalkınma ve istikrar projesi olarak sunarken; diğer yandan gerçeğin peşindeki yabancı gazetecilere kapıları kapatmakta ve bağımsız yerel sesleri sistematik olarak susturmaktadır.

Öte yandan, özgür basın ile İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları kuruluşlarının raporları, perde arkasında olup biten vahşeti ortaya çıkarma çabasındadır. Ancak Doğu Türkistan’ın “medya kara kutusu”na benzeyen kapalı bir bölge olarak yönetilmesi nedeniyle, bu kuruluşların sahaya erişimi neredeyse imkânsızdır. Uygulanan bu güvenlik tedbirleri, Uygurların sosyal, kültürel ve dini manzarasını tamamen yeniden çizmek ve hem ülke içinde hem de dışında, Çin’in ve onun şakşakçısı medyanın resmi anlatısının duyulan tek ses haline gelmesini sağlamak gibi daha büyük ve karanlık bir hedefin parçalarıdır.

Medya Savaşının Mekanizmaları ve İşbirlikçilerin Rolü

Çin yönetiminin Uygur halkına karşı yürüttüğü medya savaşı, dört ana mekanizma ve bu mekanizmaların çarklarını yağlayan işbirlikçiler üzerinden işlemektedir:

1. Hakikatin Yeniden Üretimi, Kamuoyu Manipülasyonu ve Yalan Endüstrisi

Çin yönetimi, Doğu Türkistan’daki güvenlik kampanyasının başlangıcından itibaren medya savaşının sahadaki operasyonlar kadar kritik olduğunun bilincinde hareket etmiştir. Olayları kendi istediği biçimde anlatmak, celladı kurtarıcı gibi göstermek ve hem yurt içi hem de yurt dışındaki kamuoyunu yönlendirmek amacıyla kapsamlı, katmanlı ve mide bulandırıcı bir propaganda söylemi inşa edilmiştir.
Çinli yetkililer, Xinhua, CGTN ve kontrol altındaki sosyal medya platformları ile dünyadaki “dost” medya kuruluşları aracılığıyla Doğu Türkistan’a dair parlatılmış, sahte ve kurgulanmış bir tablo servis etmektedir. Medya içeriklerinde, zorla gülümsetilen “neşeli” vatandaşlar, asimile edilirken yeni beceriler ediniyormuş gibi gösterilen gençler, köle işçilikle yapılan kalkınma projelerine katılan kadınlar ve refah içinde gelişen modern şehirler öne çıkarılmakta; böylece bölge, gölgesiz bir başarı hikayesi gibi gösterilmektedir. Ancak, gözaltı kampları, işkence odaları, tecavüzler, gözetim ve korkunun hakim olduğu cehennemi yaşamlar bu “satılık kalemler” tarafından asla gösterilmemektedir.

Al Jazeera’nın bir raporunda belirtildiği üzere, Pekin düzenli olarak “medya turları” adı altında, vicdanlarını cüzdanlarında taşıyan yabancı gazeteci ve diplomat heyetlerini Doğu Türkistan’a davet etmektedir. Bu turlar titizlikle organize edilmekte, bir tiyatro sahnesi gibi kurgulanmakta ve katılımcıların belirlenen güzergâhtan sapmaları veya hassas sorular sormaları engellenmektedir. Bu turlara katılan ve gördükleri mizansenleri “gerçek” diye pazarlayan gazeteciler, hükümetin senaryosunu, yani kampları “meslek eğitim merkezleri” olarak sunarak yoksulluğu ve aşırılığı ortadan kaldırma çabası olarak gösteren “Sincan hikayesini” dünyaya anlatarak soykırımın aklayıcısı olmaktadırlar.

“Gözaltı kamplarından” “eğitim merkezlerine” yapılan bu kasıtlı dilsel kaydırma, medya manipülasyonunun ve entelektüel sahtekarlığın en kritik araçlarından biridir. Bu terminoloji değişikliği, konunun baskı, işkence ve ceza yerine kalkınma ve eğitimle ilişkilendirilmesini sağlayarak genel algıyı dönüştürmektedir. İletişim bilimlerinde “çerçeveleme etkisi” olarak bilinen bu teknik, kelimelerin dikkatli seçimi yoluyla halkın bilgiyi anlama biçimini şekillendirmek için kullanılır. Örneğin, CGTN’in ve onun yerel işbirlikçilerinin “Sincan: Kaostan İstikrara” başlıklı utanç verici video raporları, merkezin zorunlu olduğu veya katılımcıların çekilme seçeneği bulunmadığı, içeride insanların çığlık attığı gerçeğini göz ardı ederek, modern merkezlerde Çince ve el sanatları öğretildiğini vurgulamaktadır.

Neredeyse tüm resmi materyallerde ve Çin beslemesi köşe yazarlarının metinlerinde, “terörist tehditler” tüm baskıcı önlemler için temel bir gerekçe olarak sunulmakta ve uluslararası kamuoyunu, olup bitenin kaçınılmaz bir güvenlik gerekliliği olduğuna ikna etme çabası güdülmektedir. Yurt içinde ise yetkililer, okullar, televizyon programları ve yerel pembe diziler aracılığıyla Uygurların “modernleşmeye ihtiyacı olan bir halk” olduğu ve devletin “onların entegrasyonuna yardımcı olduğu” fikrini pekiştirmektedir. Ancak bu entegrasyonun, dini, dilsel ve kültürel kimliklerinin silinmesiyle, bir halkın ruhunun yok edilmesiyle sağlandığı, bu medya şarlatanları tarafından ısrarla göz ardı edilmektedir.

2. Sansür ve Bilgiye Erişimin Engellenmesi (Medya Karartması)

Çin’in Uygur meselesini yönetirken kullandığı en tehlikeli silahlarından biri medya karartmasıdır. Bu karartma, yalnızca gerçekleri gizlemekle kalmaz, aynı zamanda gerçeği, devletin ve onun işbirlikçilerinin söylenmesini istediği şekilde yeniden şekillendirir. Günümüzde Sincan, bağımsız seslerin veya izinsiz görüntülerin nadiren sızdığı, gerçeğin hapsedildiği izole bir medya alanıdır.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) raporuna göre Doğu Türkistan, onurlu yabancı gazetecilerin serbestçe hareket etmelerinin engellendiği, sürekli güvenlik eskortuna tabi tutulduğu ve yerel halkla yapılan her röportajın yakından izlendiği, dünyanın medyadan en izole bölgelerinden biridir. Gazetecilerle konuşan yerel kişilerin, yabancılar bölgeden ayrıldıktan sonra sıklıkla sorgulandığı, işkence gördüğü veya gözaltına alındığı belgelenmiştir. Hükümet kurumları için çalışan Çinli muhabirler ve rejimin maşası olan yerel gazeteciler dahi önceden sansüre tabidir ve “devletin resmi çizgisine aykırı” her türlü materyal ya silinmekte ya da düzenlenmektedir.

Bu sıkı medya duvarı, sadece fiziksel erişimi engellemekle kalmaz, aynı zamanda dijital alanı da kısıtlamaktadır. Doğu Türkistan’daki internet ağları kapsamlı bir sansüre tabidir; elektronik aramalar ve mesajlar sürekli olarak izlenmekte, veri analiz sistemleri tüm “şüpheli” faaliyetleri takip etmek için kullanılmaktadır. Bu ortamda, dış dünya ile iletişim kurmaya çalışmak bile tutuklanmaya yol açabilecek bir risk haline gelmektedir.

Bu gerçekliğin en çarpıcı göstergelerinden biri de onurlu Uygur gazetecilerin kendilerinin kaderidir. Voice of America’nın bir raporuna göre, onlarca Uygur kökenli gazeteci, tek suçları gerçeği aktarmaya çalışmak ve işbirlikçi meslektaşları gibi susmamak olmasına rağmen, “ayrılıkçılığı kışkırtmak”, “yanlış haber yaymak” veya “terörizme sempati duymak” gibi belirsiz ve uydurma suçlamalarla tutuklanmış veya zorla kaybedilmiştir. Uygur Times tarafından belgelenen önemli isimler arasında, gözaltı kampındaki deneyimlerini anlattığı için yıllarca hapis yatan cesur gazeteci Gulbahar Haitiwaji ve etnik gruplar arasında diyalog çağrısı yapan makaleleri nedeniyle ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Uygur akademisyen gazeteci Ilham Tohti bulunmaktadır. Onlar zindanlarda çürürken, Çin’in davetlisi olarak bölgeye giden sözde gazetecilerin lüks otellerde ağırlanması tarihin en büyük utançlarından biridir.

RSF bu durumu şu şekilde özetlemiştir: “Doğu Türkistan’da yaşananlar sadece basına yönelik bir baskı değil, bilginin kendisinin yok edilmesidir. Kaynaklar konuşamadan susturuluyor, haberler yazılmadan siliniyor.”

Yabancı gazetecilerin bölgeyi ziyaret etmelerine izin verilen nadir durumlarda bile, ziyaretler katı kısıtlamalara tabidir: önceden belirlenmiş güzergâhlar, korkutulmuş “örnek vatandaşlar” ile önceden ayarlanmış toplantılar ve resmi sloganları tekrarlayan yazılı cevaplar. Gerçeğe bir pencere açmak yerine, ziyaret hesaplı bir propaganda gösterisine dönüşmekte ve sonuçları daha sonra, bu oyuna alet olan gazetecilerin imzasıyla “Çin’in şeffaflığı”nın kanıtı olarak kullanılmaktadır.

Bilgi üzerindeki bu sıkı kontrol, tehlikeli bir medya boşluğu yaratır ve bu boşluk yalnızca resmi anlatıyla ve işbirlikçilerin yalanlarıyla doldurulur. Bağımsız kaynaklar olmadan, uluslararası medya Çin tarafından yayınlanan açıklamaları ve görüntüleri tekrarlamak zorunda kalır ve uluslararası medya, özellikle Çin sermayesine bağımlı olanlar, farkında olmadan veya bilerek aynı gizleme sisteminin bir parçası haline gelir.

3. Dijital Silahlanma, Baskı ve Gözetim

Uygurlara karşı yürütülen savaş, artık sadece baskınlar ve kamplar aracılığıyla değil, algoritmalar, sensörler ve bu teknolojiyi meşrulaştıran teknoloji medyası aracılığıyla da yürütülmektedir. Doğu Türkistan’da teknoloji, bir kalkınma aracı olmaktan çıkmış, toplumsal tahakküm, kontrol ve dijital bir işkencenin aracı haline gelmiştir.

ICIJ tarafından yayınlanan bir rapor, kameralar, kontrol noktaları, internet ağları ve akıllı telefon uygulamaları gibi çeşitli kaynaklardan veri toplayan ve analiz eden devasa bir sistem olan Ortak Operasyon Platformu’nun (Integrated Joint Operations Platform – IJOP) varlığını ortaya koymuştur. Bu platform, gelişmiş algoritmalar kullanarak bireyleri, gerçekte yaptıklarına değil, potansiyel olarak yapabileceklerine göre “risk düzeylerine” göre sınıflandırmaktadır. Birden fazla cep telefonu sahibi olmak, resmi gözetim uygulamalarını kullanmayı bırakmak veya şehirler arasında sık sık seyahat etmek, “şüpheli” olarak sınıflandırılmak ve toplama kampına gönderilmek için yeterli kabul edilmektedir.

“Çin Kabloları” belgelerinin sızdırılması, teknolojinin, vatandaşların hemen izlenmeden kural dışı hareket edemeyecekleri bir alan olan “dijital gözaltı merkezi” olarak tanımlanabilecek bir yapı oluşturmak için nasıl kullanıldığını göstermektedir. Sokaklara, okullara ve camilere yerleştirilen kameralar, yüz özelliklerini kimlik kayıtları, hareketler ve davranışlarla ilişkilendiren, 24 saat çalışan yüz tanıma sistemleriyle donatılmıştır. Böylece Uygurların hayatları, her hareketin izlendiği ve her sessizliğin sayıldığı dev bir gözetim ağındaki veri noktalarına dönüşmektedir.

China File ise, Doğu Türkistan’daki internetin, halkı dış dünyadan ayıran “dijital bir duvara” benzer bir sansüre tabi olduğunu belirtmiştir. Yurt dışından yönetilen onlarca Uygur haber ve kültür web sitesi yasaklanmış, diğerleri ise teknik ve idari baskıların ardından kapatılmıştır. Din, kimlik veya eski camilerin resimleri ile ilgili paylaşımlar, Çin sosyal medyasında neredeyse anında silinmektedir.
Daha da tehlikelisi, özel teknoloji şirketleri ve bu şirketleri “inovasyon harikası” diye öven teknoloji medyası, güvenlik kurumlarıyla veri paylaşmaya zorlanarak veya tamamen kapatılarak, devletin politikalarını uygulamada bir kolu haline gelmiştir. Bu şekilde teknoloji, sadece örtüşmekle kalmayıp, aynı zamanda “her şeyin kaydedildiği” korkusuyla bireylerin davranışlarını yeniden şekillendiren akıllı bir kısıtlamaya dönüşmektedir. BBC News tarafından belgelenen, Doğu Türkistan’dan kaçan bir kişinin ifadesinde yer alan şu sözler bu psikolojik baskıyı açıkça göstermektedir: “Telefonda tek kelime bile etmeye cesaret edemedim. Kendiniz hakkında bildiğinizden daha fazlasını bilen bir sistemde yaşıyorduk.”

Bu dijital gözetimden kaynaklanan psikolojik baskı, fiili hapis cezası kadar ağırdır. Bu, entelektüel direnişi veya kendini ifade etmeyi neredeyse imkânsız kılan görünmez bir hapishanedir. Dahası, Pekin bu sistemi dünyaya “akıllı yönetişim ve aşırılıkla mücadele modeli” olarak sunarken, işbirlikçi medya bu sistemi “geleceğin şehri” olarak pazarlamakta, gerçekte ise bu sistem modern gözetimin ve zulmün devasa bir laboratuvarıdır.

4. Küresel Propaganda, Anlatı Manipülasyonu ve Satılık Kalemler

Uluslararası düzeyde, Çin’in medya çalışmaları yurt içi ile sınırlı kalmayıp, Doğu Türkistan’ın kamuoyundaki imajını yeniden şekillendirmeyi amaçlayan küresel bir etki, rüşvet ve propaganda ağı oluşturmaktadır. Pekin, bölgeyi kitlesel gözaltı ve insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir yer olarak göstermek yerine, halkın güvenlik ve refah içinde yaşadığı, mesleki eğitim ve gelişim programlarından yararlandığı bir istikrar ve kalkınma modeli olarak sunmaya çalışmaktadır.

2019’daki “Çin Kabloları”nın sızdırılmasının ardından Uygur İnsan Hakları Projesi tarafından yapılan bir araştırma, yurt dışı propaganda faaliyetlerinde önemli bir artış olduğunu göstermiştir. Çin hükümeti, uluslararası eleştirileri zayıflatmak ve dünyanın Doğu Türkistan’ı güvenli ve istikrarlı bir bölge olarak görmesini sağlamak amacıyla özenle tasarlanmış medya kampanyaları oluşturmak ve gazetecileri satın almak için muazzam mali kaynaklar tahsis etmiştir. Uygur İnsan Hakları Projesi, bu durumu, resmi anlatının geniş bir küresel kitle için birincil referans haline gelmesi için abartıldığı, muhalif seslerin ise susturulduğu “propaganda balonu” olarak adlandırmıştır.

Bu strateji, resmi videoların ve raporların yayılmasıyla sınırlı kalmayıp, ekonomik ve diplomatik etkiye de uzanmaktadır. Çin, diğer ülkelerdeki ticari ilişkilerini ve yatırımlarını, yabancı medyanın eleştiriden kaçınmasını ve hatta Doğu Türkistan hakkındaki kendi yalan anlatısını benimsemesini sağlamak için bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Bu yaklaşım, medya savaşının sadece yerel veya bölgesel değil, uluslararası olduğunu ve devletin çıkarları doğrultusunda küresel kamuoyunu şekillendirmek için bir etki, ikna, rüşvet ve baskı ağının kullanıldığını göstermektedir.

Pratik örnekler, bazı yabancı medya kuruluşlarının ve Çin seviciliği yapan gazetecilerin, ekonomik bağlar, reklam gelirleri veya devasa Çin pazarına erişimini kaybetme korkusu nedeniyle, utanç verici bir şekilde Çin’in resmi anlatısını eleştirel bir bakış açısı olmaksızın tekrarladığını ortaya koymaktadır. Bu işbirlikçi medya organları, soykırımın suç ortaklarıdır. Uluslararası anlatının bu şekilde manipüle edilmesi, gerçekleri gizlemekle kalmaz, aynı zamanda Çin’in kanlı eylemlerinin küresel olarak kabul gördüğü yönünde yanlış bir algı yaratarak, hükümetin uluslararası insan hakları standartlarına uyması yönündeki baskıyı zayıflatır.
Bu küresel propagandanın anlaşılması, yalnızca akademik bir analiz değil, uluslararası gerçekliği şekillendirmede medyanın egemen gücünü ve bazı gazetecilerin nasıl “satılık kaleme” dönüştüğünü ortaya çıkarmak için bir zorunluluktur. Bilgi kısıtlandığında, gerçekler yeniden yazıldığında ve özgür habercilik engellendiğinde, işbirlikçi medya yüzünden tüm dünya istemeden de olsa dezenformasyon makinesinin bir parçası haline gelmektedir. Bu durumda Uygurların mücadelesi, gerçeğin sadece olan biten değil, başkalarının bilmelerine izin verilenler olduğu küresel bilinç için bir savaş haline gelmektedir.

Okumadan Geçme  İşgalci Çin, Doğu Türkistan’da bir köyü komple cezaevine çevirdi

Bu Çatışmanın Bilgi ve Farkındalık Üzerindeki Etkileri

Uygurlara karşı yürütülen medya savaşı ve bu savaşın paralı askerleri olan işbirlikçi gazeteciler, yalnızca Doğu Türkistan’da yaşayanları değil, olup biteni anlamaya çalışan veya gerçeği aktarmaya çalışan küresel kamuoyunu da zehirlemektedir. Haberler ve analizler yalnızca resmi kaynaklara ve Çin güdümündeki medyaya dayandığında, içerik ilk bakışta tarafsız görünse bile, resim eksik, çarpık ve tamamen yalan hale gelmektedir.
Bu bağlamda kullanılan en alçakça yöntemlerden biri dilsel manipülasyondur. Örneğin, toplama kamplarını tanımlayan terimler “mesleki eğitim merkezleri” gibi ifadelerle değiştirilerek, uluslararası okuyucuların bu kampları baskı ve zorla gözaltı yerine eğitim veya kalkınma ile ilişkilendirmeleri sağlanır; bu yalana ortak olan medya ise insanlığa karşı suç işlemektedir. Buna ek olarak, Çin hükümeti Uygur halkının kolektif hafızasını silme girişiminin bir parçası olarak dini veya kültürel önemi olan köy ve yerlerin isimlerini değiştirmektedir. Al Jazeera’nın bir raporuna göre, Doğu Türkistan’daki yaklaşık 630 köyün dini veya kültürel açıdan sembolik isimleri, “birlik” veya “mutluluk” gibi genel isimlerle değiştirilerek, Uygur tarihinin ve kolektif kimliğinin bir kısmı silinmiştir.

Bu bilgi manipülasyonu, tarafsız olması gereken medyayı da etkilemekte, hatta teslim almaktadır. Doğrudan sansürden uzak yazılan veya yayınlanan haberler bile, genellikle hükümet kaynaklarına veya bağımsız olmayan, Çin etkisindeki kaynaklara dayandığından, resmi anlatıyı tekrarlama eğilimi göstermektedir. Bu durum yüzünden uluslararası kamuoyu tam bir tablo elde edememekte, durumu objektif olarak değerlendirememekte veya olayları doğru bir şekilde anlayarak yetkililer üzerinde baskı uygulayamamaktadır; çünkü medya görevini yapmamakta, gerçeğe ihanet etmektedir.

Daha derin bir düzeyde, bu medya savaşı, gerçeğin kendisinin, anlatı üzerinde güç sahibi olanlar ve onların işbirlikçileri tarafından manipüle edilebilen bir araç haline geldiği ve bilginin yalnızca gerçeklerin aktarılması değil, daha çok birbiriyle rekabet eden anlatılar arasındaki bir çatışma alanı olduğu anlamına gelir. Bu çatışmanın sonucu, bireylerin veya kurumların izlemesi ve doğrulaması zor olan dış dünyada çarpık veya eksik bir farkındalığın yaratılması ve medyanın ihaneti yüzünden resmi anlatıyı sorgulamadan veya analiz etmeden olduğu gibi kabul etme riskinin artmasıdır.

Gazeteciler, Araştırmacılar ve İzleyiciler İçin Önemi ve Sorumluluk

Uygur sorunu sadece uzak bir haber değil, özgür gazetecilik, ahlak ve uluslararası hesap verebilirliğin gerçek bir sınavıdır. İşbirlikçi medyaya karşı durmak, bu konuyu takip etmek ve anlamak, aşağıdaki kritik sorumlulukları beraberinde getirir:

Mağdurlara Güç Vermek: Özgür ve namuslu basın, susturulanlara seslerini geri verebilir ve onlara acılarını ifade edebilecekleri bir alan sağlayabilir. Uygurlar, yetkililerin susturmaya, işbirlikçi gazetecilerin ise görmezden gelmeye veya çarpıtmaya çalıştığı seslerin canlı bir örneğidir. Gazeteciler ve araştırmacılar, cellatların değil kurbanların hikayelerini aktararak mağdurlara dünya tarafından duyulma şansı verirler.

Doğru Habercilik Sorumluluğu: Sadece gerçekleri bildirmek yeterli değildir; gazeteciler kaynaklarını derinlemesine araştırmalı, eleştirel sorular sormalı ve medya, baskı veya yanlış bilgilendirme aracı olarak kullanıldığında, hele ki meslektaşları Çin parasıyla kalem oynattığında bunu cesaretle açığa çıkarmalıdır. Bu, eleştirel farkındalık, bilgileri doğrulama becerisi ve halkı yanıltmak için tasarlanmış resmi anlatı ile gerçeği ayırt etme yeteneği gerektirir.

Medya “Savaşı” Kavramını Anlamak: Yaşananlar sadece gerçek ile yalan arasındaki bir çatışma değil, dijital platformun kendisi üzerinde, satılmışlık ile onur arasında bir mücadeledir. Bazıları medya platformlarına erişme ve mesajları kontrol etme yeteneğine sahipken, diğerleri engellenmekte veya yakından izlenmektedir. Bu mücadelenin farkında olmak, gazetecileri, izleyicileri ve araştırmacıları sadece haberleri aktarmakla kalmayıp, aynı zamanda iktidar ve bilgi manipülasyonunun mekanizmalarını, işbirlikçi medyanın ihanetini ve dezenformasyona nasıl direnileceğini anlamak için aktif gözlemci konumuna getirir.

Sonuç olarak,

Uygur sorunu, modern dijital çağda medyanın gücünü, sorumluluğunu ve ahlakını test eden evrensel bir turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Medya, zalim bir rejimin silahı olarak kullanıldığında, gazeteciler celladın sözcüsü olduğunda ve bilgi akışı dijital sansürle kontrol altına alındığında, gerçeklik çarpıtılabilen bir araç haline gelmekte ve toplumu bilinç manipülasyona açık hale gelmektedir.
Bu bağlamda, uluslararası toplumun sessiz kalması basit bir tercih değil, baskının, çarpıtmanın ve Çin işbirlikçisi medyanın yalanlarının örtülü bir parçası, bu suçun ortağı olmak anlamına gelir. İfade özgürlüğünün ve doğru bilginin kısıtlanması, iktidarların gerçeği yeniden yazmasına, tarihi değiştirmesine ve en savunmasız kesimleri susturmasına olanak tanır.

Uygur meselesi bize, hakikat ve farkındalık mücadelesinin coğrafi sınır tanımadığını, dijital medyanın ulaştığı her alana yayıldığını hatırlatır. Yanlış bilgilere ve işbirlikçi gazetecilerin yalanlarına karşı durduğumuz sürece, sadece insan haklarını korumakla kalmayız; aynı zamanda mağdurların sesini duyurmaya ve gerçeğin özgürce görünür kalmasına da katkı sağlarız.

Bu durum, hepimize uyanık olma, hakikate bağlı kalma, işbirlikçileri ifşa etme ve sürekli eylemde bulunma çağrısıdır. Zira konuşma ve dijital alanın gücüne sahip olanlar, adaleti koruma veya baskıyı kolaylaştırma gücüne de sahiptirler; seçim, onurlu duruş ile ihanet arasındadır.

(*) Doğu Türkistan Basın ve Medya Derneği Başkanı